26 Şubat 2009

otoportreler 2

iki sene önce munch müzesine gittiğimde, bu kadar çok otoportreyle karşılaşmayı beklememiştim. meğer munch de eski otoportrecilerdenmiş. kendisine buhranı, karanlığı, yalnızlığı ve alkolü yakıştırmış; imgesine karşı fazla acımasız bir tavır takınmış.
özellikle, ömrünün son yirmi senesinde otoportrelerini sıklaştırmış. sanki, uzun ve olaylı bir ömre anlam verme, ne kadar olduğu gibi göründüğünü, ne kadar göründüğü gibi olduğunu ayrıştırabilme derdiyle cebelleşmiş durmuş. galiba, sıkıntılı bir otomuhasebe halinden çeker olmuş.
aşağıda iki resim var. ilki, gece yürüyücüsü, 1923-24 senelerinde, munch 60 yaşındayken çizilmiş. güneşin bir türlü doğmadığı uzun norveç gecelerinde, edward'ın evde bir aşağı bir yukarı yürüyüp, döne dolaşa aynada çökük göz altlarıyla karşılaştığını tahmin etmek güç değil.
ikincisi, saatle yatak arasında otoportre ise, 1940 - 42 yıllarında, yani munch 76 - 78 yaşlarındayken, çizilmiş. sanki, hezeyanlarla geçen melankolik yıllar geride kalmış da, "öyle ya da böyle, bir edward munch oldum sonunda" der gibi, daha iyimser, daha genişkalpli bir portre sunuvermiş.




23 Şubat 2009

kötümser olmak iyimser olmak seçim otobüsü

bir iki yıldır aklımda birbirinin tam tersi iki görüş serpilmekte. özleri itibariyle biri kötümser, diğeri iyimser. kısaca; birine göre, türkiye iyice batak bir yere dönüşecek, dünya da türkiye'yi tamamen ihmal edilebilir bulup kendi haline bırakacak, dolayısıyla hep beraber sıçacağız. diğerine göre ise, türkiye bir gelişecek, bir yeşerecek, bir güzelleşecek ki, sormayın gitsin...
aslında yalnızca bu gelgitli düşüncelere bakıldığında da anlaşılabilir ki, türkiye'de ileride de pek bir değişiklik olmayacak; bizim memleket böyle kendi yolunda kör topal ilerlermiş gibi yapacak. yetmiş milyonluk koca ülke, partilerde davetlerde bir gözüküp bir kaybolan, bedava pizzaları ve içki ikramlarını kaçırmayan, eşofman üstü, biçimsiz kot ve eskimiş bot kombinasyonuyla idare etmek durumundaki güleryüzlü ve hoşsohbet üçüncü dünya ülkesi öğrencileri gibi ortalıkta takılacak.

neyse, fark ettim ki; daha çok yurtdışında olduğum zamanlarda karamsarlığa kapılıyor, türkiye'de olduğumdaysa iyimserleşiyorum. hayır, bunun yurtdışında olunca gavurun tekniğine duyulan hayranlıkla filan bir ilgisi yok. keza, yurtiçinde olduğumda da büyükçekmece'den yenibosna'ya giderken e5'in kenarında filizlenen türlü alışveriş merkezlerine bakarak, ulan ne güzel gelişiyoruz helal olsun, diye düşünüyor değilim elbette. çok daha basit bir sebebi var zıt düşüncelerimin; their modes of production. yani; yurtdışındayken memleketle ilgili fikirlerim internet baskılarını takip ettiğim gazetelere dayanıyor. yurtiçindeyken ise, fikirlerim birebir insan ilişkilerine ve günlük yaşam gözlemlerime yaslanıyor.
diyelim radikal gazetesi'nin internet sayfasına bakıyorum; türlü yolsuzluk haberi okuyor, irili ufaklı bir sürü mide bulandırıcı yerel haber görüyor, türk-islam sentezcisinden asker şakşakçısına tonla yazarın varlığıyla yüzleşiyor ve gözümün düşmanlık dolu okur yorumlarına kaymasına engel olamıyorum. eh, kötümserleşmeyeyim de ne yapayım?
öte yandan, diyelim mecidiyeköy'den metrobüse biniyorum ve insanların hayatta kalmak, mutlu olmak, iyi bildikleri değerlerini korumak için bütün yorgunluklarına karşın, uğradıkları haksızlıkların bilincinde olarak, nasıl da mücadele ettiklerine şahit oluyor; ya da, beyoğlu katip mustafa çelebi mahallesi muhtar adayı transeksüel belgin çelik'in adaylık tanıtım toplantısına katıldıktan sonra dışarı çıktığımda, bir anda ellerinde pembe lolipoplarla tünel'den taksim'e yürüyüp "ne akp ne ergenekon" sloganları atan grubun içerisinde buluyorum kendimi. eh, iyimser olmak için de çok sebep var doğrusu...
anlık kötümserliklerimin ve iyimserliklerimin bir araya gelip, daha olgun bir anlamın zihnimde belirdiği zamanlar da oluyor. o zaman, yılgınlığa ya da sersemce ümitlere kapılmadan; tecrübe ettiklerime, gördüklerime, duyduklarıma, okuduklarıma ve bildiklerime daha eleştirel ve soğukkanlı yaklaşabiliyorum.

ntv'nin yeni programı "seçim otobüsü," izleyicilerin böyle bir yaklaşım geliştirmesine yardımcı oluyor ve türkiye'nin karmaşasına çokboyutlu ve hakiki bir anlam verilebilmesini sağlıyor. programı uzun uzun anlatmaya gerek yok, açın izleyin. izlediğinizde, karamsarlığa düşmemize ya da iyimserliğe kapılmamıza sebep olan birçok görüşün aslında nasıl da iç içe geçmiş olduğunu, bazen tek bir bireyin görüşlerinin kendi içinde bir yandan nasıl çelişip, öte yandan ne gibi bir tutarlılık gösterdiğini, insanların günlük dertlerden nasıl da muzdarip olduklarını ancak bu dertlerle baş edecek ne güzel yöntemler geliştirdiklerini, bütün bu çoksesli keşmekeşin aslında tarihsel ve kültürel olarak ne kadar doğal karşılanması gerektiğini, çoğu kişinin bir arada yaşadıkları insanları sevmek zorunda olmadıklarının artık bilincine varıp, sevmeseler de ötekilerin varlığını takdir etmek ve kendilerini ifade biçimlerine saygı göstermek gerektiğinin ayırdına vardığını, dahası bütün bunların nasıl da inişli çıkışlı ve engin bir arazide ilerlemeye çalışmaya benzediğini, hissedebilirsiniz diyesiyim.

yazıyı buraya kadar okuduysanız, ama, yok birader ben ne senin gibi hissediyor ne de senin gibi düşünüyorum, diye içinizden geçirdiyseniz, eyvallah. ama yine de hiç olmazsa şuna katılırsınız diye umuyorum: bizim memlekette hareket var hareket.

19 Şubat 2009

otoportreler 1

otoportresini çizip duran, kendi imgesini bıkmadan usanmadan defalarca boyayan çokça sanatçı mevcut. malum, otoportre dediğimizin, kendi kendini yeniden tanımlamakla, var etmekle, yeni temsiller, yeni kimlikler aramakla, bu arayışa duyulan ihtiyaçla falan pek ilgisi var. tabii, elindeki fırçayı, kendimi bugün hangi şekle soksam, diye oyalanarak sallamakla olmuyor bu işler. şurada blog diye ne yapıp ettiğimizden üstünkörü bahsettiğimiz kısa metinlerimizi bile üç yazıp iki silerek, elimizden geldiğince titizlenerek şekillendirmiyor muyuz? o yüzden, otoportrenin de, iyisi var kötüsü var; samimisi var kibirlisi var; sahicisi var yapmacığı var.
felix nussbaum, sıkı otoportrecilerden. genel olarak da çok üretken ve binbir ayrı tekniği keyfince ve yetkinlikle kullanabilen bir ressam. benim sayabildiğim kadarıyla elli küsur otoportresi mevcut. aşağıda, bunların en meşhuru var; yahudi kimliğiyle otoportre (1943: felix nussbaum haus, osnabrück).



nussbaum 1904'te doğmuş. 1944'te mechelen'de nazi'lere yakalanıp auschwitz'te öldürülene kadar osnabrück, berlin, ostend ve brüksel'de yaşamış. osnabrück'te, onun adına yapılmış, mimar daniel liebeskind'in eseri şahane bir de müze var.

felix nussbaum foundation
felix nussbaum haus
felix nussbaum haus by daniel liebeskind

16 Şubat 2009

dilenci arkadaşlar

geçen sene yine gecenin köründe biraz da ürkerek tünel'den galata'ya inerken, saçları ağarmış, orta yaşlı, gözlüklü, bıyıklı, yoksul görünüşlü bir adam yolumu çevirdi. "evladım ben senin baban yaşındayım. seni şimdi allah gönderdi." diye başladı. anlaşıldı, para isteyecek.
"yaptık bir delilik. anlaşmış bunlar polisle. yaptık bir delilik. ah taş kafa ah. niye geldim ki buralara?"
"aman sakin olun ne oldu?"
"emekli ilkokul öğretmeniyim ben. benim senden büyük iki evladım var. ikisi de hukuk okudu. biri üniversiteyi yeni bitirdi. yaptım bir delilik bu yaşta."
"söyleyin hocam ne oldu?" (hemen 'hocam'a geçtim fark ettiğiniz gibi)
"bu yaşıma geldim bir kez olsun yapayım dedim. bir girdim meğerse polisle anlaşmalıymış bunlar. soyup soğana çevirdiler beni."
falan filan. anlaşıldı ki zürafa sokak'a gelmiş, sonra nasıl olduysa bunun cüzdanını falan çalmışlar, beş parasız bırakmışlar. gecenin bu saatinde mimaroba'ya dönmesi gerekiyormuş. burada kalakalmış. saatlerce ağlamış falan.
cüzdanımdan 10 lira çıktı. iyi ki sadece o kadarım varmış. yoksa, angut gibi, daha fazla da verebilirdim yani. parayı verince adam neredeyse elimi öpecekti. "iyi geceler hocam," falan diyerek vedalaştım; içim rahat bir şekilde yokuşu inip evime girdim.
bu başıma geldiğinde herhalde ekim kasım ayı falandı. sonra aynı adamı, kış boyunca, kule civarında, otoparkın orada, yokuşlarda, ara sokaklarda; gözlükleri, bıyıkları, naylon kumaştan ucuz yağmurluğu ve bazen takıp bazen çıkardığı enine çizgili beresiyle üç beş defa daha gördüm. her seferinde bir delilik yapıp zürafa sokak'a gelip polisle anlaşmalı olan birilerine parasını çarptıracak değil ya!

geçen hafta berlinale'nin en canlı yaşandığı potsdamer platz'da kahve içiyordum. alışveriş merkezi kılıklı binaların ortasında, birkaç sinema kompleksine açılan bir meydan burası. şık, sevimli ve keyifleri yerinde sinemaseverler, ya benim gibi kahve içiyor, ya da sohbet edip karınlarını doyuruyorlardı. derken genç, yüzü gözü kıpkırmızı, üstü başı pis, burnu sümüklü ve sesi kısık biri, "ein euro bitte" diye diye insanların arasından geçerek yakınımda belirdi. genelde bütün berlinaleciler onu görmezden geliyordu; ama ben, böylelerini görmezden gelemediğim için, şimdi ne yapsam, param da çok az, bu sefer vermeyeceğim falan diye içimden geçirmeye başladım. tam benim yanıma gelip "ein euro bitte," dediği anda da, gergin bir "nein" çıktı ağzımdan. halbuki ne "nein"ı di mi? duymazlıktan gel olsun bitsin. dilenci de şaşırdı bu duruma tabii. ne desin, haklı olarak "aber warum?" dedi. ama neden?

işte bu konularda ve böyle durumlarda tutarlı bir strateji belirlemek istiyorum.

13 Şubat 2009

tepedeki yabancı

uzun bir trenin ışıklı camları demiryolunun setinin üstünden gürültüyle akıp gidiyor. yolun öbür tarafında, birkaç yıl öncesine kadar bir kereste şirketinin deposunun durduğu yerde yeni yapılmış evler var. mutfaklarda akşam yemeği hazırlayanları görüyorum. eski şirketin 1950'lerde kanada'dan ithal ettiği kerestelerle birlikte getirtip kanalın kıyısına yerleştirdiği kızılderili totemi sivri gagalı kartalları, korkunç yüzleri ve iki yana açılmış kanatlarıyla hala eski yerinde. çok değil, bir on-on beş yıl sonra kimse bu totemin nereden çıktığını hatırlamayacak, gerçek bir totem olduğunu bile bilmeyecek.
castle sokağına sapıyor, berkhamsted okulu'nun karanlığa gömülmeye başlamış tuğla yapılarının önünden geçip bir kez daha anacaddeye çıkıyorum. biraz ileride birinci dünya savaşı'nda cephede ölen berkhamstedli gençlerin anısına dikilmiş gri, taş anıt duruyor. hep yaptığım gibi, durup üstünde yazan adların birkaçını okuyorum. hala dükkan levhalarında ya da kasabanın telefon rehberinde karşıma çıkan soyadları. doğa gibi, ölüm de ingiltere'de her yere sokuluyor. ülkenin her köşesindeki savaş anıtları rönesans şairlerinin, bir gün öleceklerini kendilerine hatırlatmak için yazı masalarına koydukları kafatasları gibi.
bu anıt, yolculuk dönüşü kasabayı kolaçan etmek için çıktığım küçük turun uç noktası. artık eve dönmekten başka yapabileceğim bir şey yok. yıllardır hayatım küçük bir kasabada küçük bir evde doğayla ölümün gölgesinde yaşadıklarımdan ibaret. tek özgürlüğüm bunları görebilecek kadar yabancı olmam. şimdi gidip uyuyan bilgisayarımı uyandırmalı ve yazmaya başlamalıyım.

şavkar altınel, tepedeki yabancı, anı, 2009: 12.

06 Şubat 2009

on open-endedness

In my view, optionality, variability and unpredictability produce positive qualities of social being rather than negative zones of analytically empty randomness. Far from being devoid of positive content (presumably because of not being rule-governed) indeterminacy allows the emergence of a culturally valued quality of human relations where one can follow impulses, change directions, and coordinate with other people. In other words, social unpredictability has its distinctive tempo, and it permits people to develop timing, coordination and a knack for responding to contingencies. These qualities constitute social grace, which in turn enables an attentive person to be effective in the interpersonal politics of everyday life.
Renato Rosaldo, Culture and Truth, 1989: 112

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi