Bu bahar, Bremen’de iki genç Türk sanatçının sergisi düzenlendi. Şehri ortadan ikiye bölen Weser nehrinin kıyısındaki iki çağdaş sanat galerisi, Özlem Sulak ve Ahmet Öğüt’ün işlerini sergiledi. Özlem Sulak’ın
Aufenthaltserlebnis - İkamet Tecrübesi ismi altında topladığı video işleri Gesellschaft für Aktuelle Kunst’ta, Ahmet Öğüt’ün
Things We Count – Saydıklarımız’ı ise Künstlerhaus’taydı. İki sergideki eserler, göçmenlik ve güvenlik üzerine ilgi çekici bir tezata işaret eder cinstendi.
Sulak’ın, Kathrin Sonntag ile paylaştığı mekanda, üç çalışmasına yer verilmiş;
Granny – Anane (2005),
Vratnik 13 (2007),
Deutsches Auswandererhaus - Alman Göç Müzesi (2008). Daha önce Türkiye’de ve yurtdışında defalarca sergilenmiş olan
Granny, Sulak’ın en başarılı çalışması. Granny’de, Bosna’da doğup ergenliklerinin başında aileleriyle birlikte Türkiye’ye göçen ve ömürlerinin devamını Kütahya’da geçiren iki nine, sanatçının büyükannesi ve büyükteyzesi, torunları Özlem’e hayatlarını anlatıyor. Orta halli bir evin oturma odasındaki sıradan bir çekyata karşılıklı yayılmış nineler, eski memleketlerini ve çocukluklarını özlemle, göçü ve Türkiye’deki ömürlerini ise hayıflanarak anıyorlar.
Vratnik 13, Sulak’ın ninelerinin çocukluğunun geçtiği evi Saraybosna sokaklarında bizzat arayışının hikayesini anlatıyor. Türkiye’den yola çıkıp Bosna’ya giden, karla kaplı sokaklarda Boşnak delikanlıların yardımı ile sonunda aradığı merdivenleri ve sokağı bulan Sulak, sonunda Vratnik 13’ten anneannesine telefon ettiğinde, Kütahya’da kim bilir ne değişik bir heyecana yol açıyor...
Deutsches Auswandererhaus ise, Bremerhaven’daki Alman Göç Müzesi’ni (ödüllü, yüksek ziyaretçi sayısına sahip, yepyeni bir müze olduğunu da belirtmiş olalım) gezen dört Türk-Alman kadının, bu ziyaret sırasında kendi göç tecrübelerine dair canlanan fikirlerine yer veriyor. Bu dört ayrı hikaye, 19. yüzyıldan itibaren Bremerhaven’dan Avrupa’yı terk edip Yeni Dünya’ya giden milyonlarca göçmenin hikayesine karışıp, ister zorunlu ister gönüllü olsun her tülü göçün doğasına dair ipuçları veriyor.
Ahmet Öğüt’ün Künstlerhaus’taki sergisi ise hem 9. İstanbul Bienali’nden de hatırlanabilecek
Somebody Else’s Car – Başkasının Arabası gibi eski çalışmaları, hem de 2008 tarihli
Mutual Issues, Inventive Acts – Karşılıklı Hususlar, Yaratıcı Hareketler ve
Things We Count – Saydıklarımız gibi yeni işleri içeriyordu. Öğüt’ün en popüler işlerinden biri olan
Somebody Else’s Car, otoparkta başka arabaların arasına kurulmuş sakin sakin duran iki otomobilin, hızlı bir gerilla hamlesiyle bir anda kılık değiştirip taksiye ve polis arabasına dönüşmelerini gösteren eş zamanlı iki slayt gösterisinden oluşuyor.
Mutual Issues, Inventive Acts çizimleri, Zihni Sinirvari bir imgelemin mümkün kıldığı simultane eylemleri resmediyor; webcam’i ile bilgisayar ekranını ayna gibi kullanarak sakal tıraşı olan adam, Polatlı’yı işaret eden trafik levhasının direklerine salıncak kurmuş sallanan küçük kız, kafasından simit tepsisini indirmeden kulübede telefonla konuşan simitçi. Sergiye de ismini veren
Things We Count ise, serginin en dikkate değer çalışması; yalın ancak akıldan çıkmayan bir video işi. Phoenix, Arizona’daki engin bir arazide yan yana duran ve devasa gri böceklere benzeyen yüzlerce uçağın ağır ağır akan görüntüsü ve uçakları Tükçe, Kürtçe ve İngilizce tek tek sayan durağan bir dış ses.
Sulak’ın işleri, son otuz yıldır bütün sanat dallarında en önemli konulardan birini teşkil eden “göçmenlik” üzerine yoğunlaşıyor. Gerek edebiyatta, gerek sinemada, gerekse görsel sanatlarda, kimlik, aidiyet, mekan gibi kavramları sorunsallaştırarak göçmenlik halleri üzerine söylenmedik söz belki de kalmadı. Hatta, göç mevzuunun sanata malzeme edilmesinde kabak tadı veren bir şey olduğunu söylemek bile artık demode. Buna rağmen, Sulak’ın işlerini ciddiye almayı gerektiren, hem eserlerinin içeriğine hem de onları ele alış tarzına dair bir özgünlükten bahsedilebilir. 20. yüzyılın başında eski Osmanlı topraklarından Anadolu’ya yapılan göç, Türk sanatında halen kendisine yeterli yankıyı bulamamış bir konu. Keza, Almanya’daki Türklerin varlığı, Alman toplumundaki göç tarihi ile üst üste bindirilmiş şekilde, belki de Sulak’ın
Deutsches Auswandererhaus’u dışında hiç ele alınmadı.
Sulak’ın nesnesiyle olan ilişkisindeki sadelik de, içgörü sahibi bir tercihi işaret ediyor. Sulak, hem
Granny’de hem de
Deutsches Auswandererhaus’ta, yansıttığı hikayelere az ve öz müdahalelerde bulunuyor.
Granny’de, ninelerin daldan dala atlayan sözünü ne Bosna’daki çocukluklarından uzun uzun bahsettikleri zaman, ne de ölmüş kocalarının arkasından gözlerini yumup ağızlarını açtıklarında kesiyor. Onları İstikbal çekyata yan yana oturtup, plastik terlikleri ve çıplak ayakları ile resmetmekten de geri kalmıyor.
Deutsches Auswandererhaus’ta ise, bir asır önce Almanya’dan Amerika’ya göçmüş olanların zorlu hikayesini takip eden gurbetçi anne ve kızda uyanan ilgideki pembe dizi merakına olan benzerlik ile Türkiye’de asla yapamayacağına inandığı şeyleri Almanya’da başardığına inanan bir başka gurbetçi kadının azmindeki naiflik; Sulak bu hikayeleri Alman Göçmen Müzesi’nin gösterişli keşmekeşinin içinden anlattığı için ayrı bir anlam kazanıyor.
Sulak’ın videolarındaki renkli, esprili ve emprovize kalite; Öğüt’ün
Things We Count’undaki sayısız uçağın dizi dizi görüntüsüyle çok manidar bir tezat oluşturuyor. Ninelerin kıvrak dili ve Saraybosna’nın eğri büğrü sokakları; monoton bir sesle tek tek sayılan teknoloji harikası devasa uçaklarla birlikte, aslında tek bir sürecin iki uzak ucunu imliyorlar: Uluslarası insan trafiğinin yol açtığı göçmenlik halleri ve güvenlik problemleri.
Yirminci yüzyılın belki de en etkili olgusu olan uluslararası insan trafiği, bir taraftan kültürlerarası özlü değerler ve tecrübeler var ederken; diğer yandan toplumların merkezinde yeni endişelerin kök salmasına sebep oldu. Göçler, daha esnek ve çok yönlü bireysellikler yaratmış olsa da, kitlelerin korkuları bu esnekliği kıracak taktikler geliştirmekten geri durmadı. Göçün ve göçmenlik konusunun konu edildiği, melezliklerin olumlanarak, aidiyet hissinin altı çizilerek ifade edildiği binlerce sanat ürünü, özellikle 1970’li yıllardan itibaren galerileri, müzeleri ve sanat kitaplarını doldurur oldu. Bu üretkenliğin arkasında, bireylerin aradakalmışlıklarıyla mücadelelerinde geliştirdikleri yaratıcı yöntemleri kutlayan, öznelerin kendilerini ifade ederken yakaladıkları eklektizmi olumlayan bir heyecan vardı. Sulak’ın işlerinde de, bu heyecanın izi halen sürülebiliyor.
Öğüt de,
Somebody Else’s Car ya da
Mutual Issues, Inventive Acts gibi eserlerinde, nesnelerin geleneksel anlamlarını sorgulatan eylemleri gösterirken, tıpkı göçmenlikten feyiz alan eserlerdeki gibi, bireylerin gerçekliklere müdahaleleriyle yarattıkları özgün ve dinamik anlam dünyalarına vurgu yapıyordu.
Things We Count ise, sağdan sayan kanat kanata vermiş askeri uçakları ile, bu kutlamacılığı safiyane bir iyimserliğe indirgeyebilecek kadar katı bir gerçeklik sunmuş oluyor izleyicisine.
“Saymak – to count” fiilinin hem Türkçede hem de İngilizcede çift anlamlı oluşu herhalde tesadüf değildir. Sayılabilenler, hele ki sayıları da çoksa; soyut, teorik, dile getirilmesi zor olanlara nazaran daha etkili, daha güvenilir, daha “saygın” değiller midir? Things We Count, uçakların hem görüntüleri hem de adetleri ile Kantçı sublime’ın hem dinamik hem de matematik etkileyiciliğini akla getirerek, kutlayıp umut bağladığımız yeni melez değerlerimizin kırılganlığını ve güçsüzlüğünü hissettirmiyor mu? Daha da önemlisi, uçakları tek tek sayan dış sesin, hem Türkçe, hem Kürtçe, hem de İngilizce konuşuyor olması, “saydıklarımız”ın evrenselliğindeki adiliğin, kendimizi güvende hissettiren asıl varlıkların kabalıklarının; o kıvrak, iyimser ve postmodern kavramlarımızı bir anda yıkıp geçebilecek oluşlarını hatırlatmıyor mu?
Sahi, “saymak” fiilinin Kürtçesi de, çift anlamlı mıdır?
yukarıdaki yazı, sanat dünyamız'ın yaz 2009 sayısında yayınlandı.