10 Mayıs 2010

son

görüşünce konuşuruz.
hadi öptüm.
tankut

22 Nisan 2010

vavien ve diğerleri

neredeyse bir aydır yazamadım. neresinden başlasam bilemiyorum.

6 nisan'da bir yeğenim oldu: defne.
ortaköy'e taşındım.
festival'de çalıştım.

1. defne benim bunca küçüklüğüne bu kadar yakından şahit olduğum ilk insan evladı. bu kadar tepkili olmasını beklemiyordum; izliyor, tutuyor, kavrıyor, mis gibi kokuyor ve mutluluk saçıyor. çok akıllı ve bayağı kıllı bir yeğenim olacak gibi gözüküyor.

2. dereboyu caddesine bakarak çalışmak oldukça kolay oluyormuş. havalar da açtıkça buralarda yürümek, vapura binmek, arkadaş ağırlamak git gide daha keyifli uğraşlara dönüşecek gibi. bunca sene istanbul'un orasında burasında yaşayıp da bir türlü boğaz'ı doyasıya tecrübe edememiş bir insan olarak, bu sene bu açığımı gidereceğim umarım.

3. film festivali'nde sunum koordinatörlüğü diyesiler birşey yaptım. kendimi koordine etmeyi zar zor becersem de, filmlerden sonraki soru cevap oturumlarını büyük ölçüde arızasız geçirmeyi becerttirdim. ancak asıl anladığım şey; masa başında kalem kağıt işleriyle uğraşmaktansa, mikrofona birşeyler gevelemek bana daha kolay gelen bir mesele imiş. arada bir denge tutturmak lazım.

en önemlisi ise, vavien şahane bir film. içten içe kıpraşıp cücüklenen taşralı türk erkeği burhan abi ve türevlerinin karanlık yönlerini sorgulayan ve bunu sinema ve anlatı tekniklerinin yetkinlikle kullanıldığı bir usulle kotaran feci güzel bir film.

24 Mart 2010

aramızdaki hava

"Aradaki havayı böyle laflarla doldurmak mümkündür, iyidir, ama yığ yığ lafları nereye kadar?" (s.72)

Fatih Özgüven'in Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayeleri'nden özellikle Aramızdaki Hava benzersiz bir şey. Peki Orhan Pamuk'un Hikaye Anlatamayanların Hikayesi'ni hatırlayan var mı?

17 Mart 2010

orta malı hata

2005'te post-60s turkish art dersi için yusuf atılgan'ın aylak adam'ı ile ilgili "aylaklayarak varolmacılık ve romanı" diye bir yazı yazmıştım. sonra onu o zamanlar çıkan agora diye bir dergi yayımlamıştı. agora belki hala çıkıyordur, bilemiyorum. neyse, demin google'da ismimi arattım - hayır hiç böyle bir adetim yoktur, ama ali'den aldığım keith gessen'in all the sad young literary man'deki devamlı kendisini google'layıp goggle'ının "shrink" ettiğini fark ettiğinde bunalıma girince google'ı arayıp şikayette bulunan karakterden ilham aldım. neyse, işte benim bu yazı meğerse internette birçok sitede alıntılanmış, kopyalanmış, insanlar hakkında güzel yorumlar yapmış, aylak adam'la ilgili en kapsamlı yazı budur falan demişler. elbette pek hoşuma gitti.
ancaaak, gelelim yazıdaki ufak bir pürüze. yazıd
a atılgan'dan şöyle bir alıntı yapmıştım: “Kimse bir başkasına ulaşamaz, çünkü kimse kendi sınırlarına varamaz.” hbk yazıyı pek beğenip beni ofisine çağırmıştı, ama o cümlenin yanından ok çıkartıp 'bunun kaynağını belirt.' demişti. cümlenin kaynağını baştan belirtmemiştim, çünkü cümle atılgan'a değil, auster'a aitti; hayaletler romanından. ben sonradan hayaletler'i tekrar okurken fark etmiştim. zamanında yaratıcı bir lapsus'um olmuş, çok mu?
neyse, böylece bu hatayı düzeltmiş olayım. gerçi bu cümle atılgan'a da yakışıyor, fazla mahsuru yok.

10 Mart 2010

denklemler

ortaokulda matematik derslerinde - hangi konuydu bilmiyorum, bilmemkaçıncı dereceden denklemler falan herhalde - mathes (matematik hocasının soyadı mathes'ti), tilp ya da kirsch, ceket kollarının tebeşir tozu içinde kalması pahasına kollarını tahtaya dayayarak denklemin bir parçasını kapatırdı, böylece o parçayı yok sayarak bir sonraki aşamaya geçer, gerekli düzenlemeyi yaptıktan sonra o parçayı tekrar eklerdik.
gerçek hayatta da bu mümkün müdür?

07 Mart 2010

şarkılar

şu dört şarkıya sardım:
1. şarkı sözü böyle yazılır
2. böyle yorum ve böyle cover dünyada tek
3. dj'lik budur arkadaş
4. bu da bi başka

peleshian

son bir ay içerisinde artavazd peleshian'ın menq'ini ve seasons'ını yedi sekiz kez izledim herhalde. izlerken her seferinde ayrı ürperiyorum. youtube'u olanlar oradan seyredebilir.

27 Şubat 2010

in the old society, in the new society

The old society concentrated the maximum number of ways of life into the minimum of space and accepted, if it did not impose, the bizarre juxtapositon of the most widely different classes. The new society, on the contrary, provided each way of life with a confined space in which it was understood that the dominant features should be respected, and that each person had to resemble a conventional model, an ideal type, and never depart from it under pain of excommunication.

Ariés, Phillippe (1960) Centuries of Childhood, p. 415

eskisinden kasıt medieval, yenisi de (erken) modern.

25 Şubat 2010

workrave

bilgisayar başında çalışan herkese tavsiyem, free software workrave.
üç dakikada bir kısacık bir mola, kırk dakikada bir ise uzun bir mola için sizi kibarca uyaran, bu mola uyarılarını sizin çalışma temponuza göre ayarlayan, çeşitli egzersiz hareketleri tavsiye eden, türkçesi de bulunan, yalın arayüzüyle kullanımı çok kolay workrave, dünyayı kurtaracaksa free software'ler kurtaracak tezini bir kez daha haklı çıkarıyor.
bir de, bu software'i adil'in tohumlar'ından öğrendim.

30 Ocak 2010

... the task is to demonstrate how those whom power-holders consider to be marginal are central to themselves.

maurice bloch

29 Ocak 2010

mary hudson

Offhand, I can remember seeing just three girls in my life who struck me as having unclassifiably great beauty at first sight. One was a thin girl in a black bathing suit who was having a lot of trouble putting up an orange umbrella at Jones beach, circa 1936. The second was a girl aboard a Caribbean cruise ship in 1939, who threw her cigarette lighter at a porpoise. And the third was the Chief's girl, Mary Hudson.
"Am I very late?" she asked the Chief, smiling at him.
She might just as well have asked if she was ugly.

from The Laughing Man by J.D. Salinger in Nine Stories

26 Ocak 2010

çok ıvır zıvır

evvelden bahsettiğim alman yazarları almanca'dan okuyayım derken hiç okumama alışkanlığımı nispeten yenerek hesse okumaya başladım ve yine salaklığıma yandım. ne güzel kitaplarmış öyle, hele kamuran şipal çevirisiyle yayınlananlar. kısa romanı knulp ise tam aradığım şeymiş.

avatar'ın görüntülerine çenem düştü, hikayesine burnum kıvrıldı. ona gitmeden evvel yüzüklerin efendisi'nin üçünün de extended versionlarını seyrettiğimden, avatar da işte bu kadarmış dedim. hikayedeki alegori ise bir çeşit pop-antropoloji ürünü herhalde, her şeyin pop'u gibi hem iyi hem çok kötü.

yasemin mori'ye gittik babylon'da, şahaneydi. david aşık oldu yasemin'e, gitti sahnenin dibine girdi. sanırım nil orhan veli'yse, yasemin de turgut uyar'dır.

garajistanbul'da kassas'a gittim, bir daha da garajistanbul'a gitmem.

kar çamur demeyip işsanat'taki balkan naci sergisine gittim, büyük hayalkırıklığı oldu. ama karşı sanat'taki yemek'te hoş işler var.

23 Ocak 2010

tünel kayışı

Tünelleri insanlar için yaptık. Yokuşlardan lahzada insinler, yokuşları ani vakitte çıksınlar diye. Tünelin kayışı, Tünele ilk defa bindiği zaman sevinen ve bu sevinci bile belli etmek istemeyen bir çocuk için yapılabilecek bir şey.
Eğer bugün biz tünel kayışı yapamıyorsak, bunun en büyük sebebi Tünele ilk binen ve sevinen çocuğu sevmememizdendir, demeyeceğim. O zaman hem kendimi methetmiş olurum, hem de tünel kayışı yapabilecek bir iktidarda olduğum zehabı hasıl olur, müracaatlar vaki olur! Diyeceğim yalnız şu: Şu insanlara hiçbir şey çok değil.
Edirnekapı'da bu akşam bir ana bir çocuğun Tünele nasıl bindiğini dinleyecek. Çocuk, "Kocaman gözlü adam bana baktı da, iyice sevinemedim," diyecek. Yabancılara gülemediği, beyaz dişlerini gösteremediği, duyduğu şeyleri, söyleyemediği şeyleri bu anaya söyleyecek, onlar da Tünele binmiş kadar sevinecekler.

Sait Faik, Tüneldeki Çocuk, 1946

18 Ocak 2010

ondan bundan

The Law is not only severe, ruthless, blind; at the same time, it mocks us. There is an obscene pleasure in practising the Law.
Zizek, from The Pervert's Guide to Cinema (2006)

geçen gün otobüse tepecik'ten binip çatalca'da inen iki türbanlı kadından birinin başındaki eşarbın deseni sepia ve eflatun renkli bir dünya haritasıydı. niye? nasıl? how come? hangi eşarp imalatçısı bu desende mal üretiyor, nerede satıp kimler kafasına bu eşarbı koyuyor?

cumhuriyetçi devlet politikalarının açtığı nişte mütevazı bir orta sınıf olarak yaşayagelirken 1970'lerden beri giderek hızlanan ve 2000'lerde iyice dramatik boyutlara varan bir şiddetle sosyo-ekonomik ayrıcalığını kaybedenlerin bir çeşit milliyetçi, kemalist söyleme sarılarak politize olmaları, maalesef o bildiğimiz klişe ile "çelişkileri keskinleştirmekten" öte bir işe yaramıyor. zamanında sistem mağduru olan hiçbir gruba teveccüh etmemiş, mağdurlara sırt çevirmeyi marifet saymış bir sosyo-ekonomik yığının sıra kendisine geldiğinde, öyle ya da böyle sahip olageldiği eğitim seviyesi (en temel haliyle bir modernist repertuardır bu, ve az şey değildir, keza aynı sosyo-ekonomik grubun kariyerinde "bir dakika karanlık" eylemi vardır ki, bazen harekete geçebileceğine işarettir) ile karar verme mercilerindeki ve ulusal iletişim ağlarındaki hiç de azımsanmayacak nüfuzunu kullanamamakta, düşmek üzereyken bile damdan düşmüş olanlarla empati kuramamakta. bu da, nihayetinde kemalizm'in halen sistemli ve sahici bir şekilde kendi özeleştirisini yapamaması ile ilgili.

17 Ocak 2010

sol, sinizm, pragmatizm

Nasyonal sosyalizmi kutlu bir radikalleşmenin yan tesiri gibi görerek küçümsemek, soldaki kriz sinizminin tarihsel yanılgısıdır. Sadece reel-politik, taktik bir hatadan bahsediyor değiliz. Krizi derinleştirmeye indirgenen politik otomatizm, 'ultra' iradeciliği kendi zıddına çeviren uğursuz bir diyalektiği işletir. Politik eylemin inşacı potansiyelinden yüz çevirip, 'çelişkileri keskinleştirmeye' odaklanarak onu bir tür matkaba dönüştürmek, aklı ve sezgiyi dumura uğratır. Bu seyir içinde iradi zorlama, kadercilik halini alır. Asıl önemlisi: Krizin tahribatına 'güvenmek', işçi sınıfının öznelliğini, tarihsel rolünü reaksiyona, reflekse indirgemektir. Boğazına kadar batınca can havliyle zincirlerini kıran işçi imgesine dayalı devrim tasarımı, işçilere, zincir kırmaktan başka bir misyon atfetmez. Nasyonal sosyalizm de, el eriminde bulunan düşmanlar işaret ederek, paldır küldür bir "yetti artık!" isyanını körüklemiyor muydu? Sosyalizmin farkı, işçilerin isyanda da çarkın dişlisine indirgenmesine meydan vermemek olmalıydı, değil mi?

[...]

Merkez üssü meşhur '68 olan, 1960'ların ve 1970'lerin dünya çapındaki radikal sol dalgası, sosyal refah devletinin bu altın çağının ürünüydü. Sefalete, yoksulluğa sebebiyet veren bir sisteme tepki değildi bu; tersine, tam da en "adaletli" devrini sürmekte olan kapitalizmin, emekçilerin/insanların ufkunu daraltmasına başkaldırıydı. [...] Yoksunluklar, tahripkar deneyimler, ancak 'başka türlü bir şey'in hayal edilmekle kalmayıp ucu göründüğünde, başka türlüsünü akla düşüren iyileştirici eylemler yaşandığında, yapısal çelişkiler olarak tebellür ederler. Daha önemlisi, 'başka türlü bir şey'i hayal etmek ve istemek, bir öznelik kapasitesini gerektirir. Toplumsal reformlar ve 'iyileşmeler', bunların gerçekleşmesini sağlayan politik-toplumsal mücadele ve örgütlenmelerle beraber, öznelik kapasitesini geliştiren güçlenme deneyimleridir. [...]
Kısmi iyileşmeleri, reformları kaş kaldırarak karşılayan 'radikal' tutum, zahidane bir sakınganlığa, bir asketizme döndüğü oranda; işçilerin daha 'ileri' taleplerini geliştirmeleri, arzularını beyan etmeleri, utandırıcı bir imtiyaz gibi görünür hale gelecektir. Sanki en çok istenen, asıl beğenilen, sefil, perişan, hiçbir şeye takati olmayan bir ezilenler sınıfıdır; 'kendisi için bir şey isteyemeyecek' bir acizler yığını. Bu tasavvur, devrimcileri, onlar adına, vekaleten mücadele edenler olarak 'kurumlaştırır'. Beğenmedikleri işçi aristokrasisine mukabil bu kez onlar bir 'aristokrasi' olurlar.
Her küçük adımı abes sayan; nihai ve topyekün büyük çözün dışında her nispi iyileşmeyi, küçümsemekle kalmayıp göz boyayıcılıkla hatta "iyi niyetle" örtülmüş bir ihanetle itham eden bu boşunalık imanındaki sinizm, aslına bakılırsa gericiliğin belli başlı alametlerinden biridir.

Tanıl Bora, "Kriz, Fırsat ve Sinizm" Sol, Sinizm ve Pragmatizm'de, İstanbul: Birikim, 2010, s. 84, 87.

12 Ocak 2010

gülme

"Yaşama tüm ciddiliğini bizim özgürlüğümüz kazandırır. Olgunlaştırdığımız duygular, içimizde gizlediğimiz tutkular, düşünerek karar verip uyguladığımız eylemler; kısacası, bizden gelen, tümüyle bizim olan şeyler... İşte yaşama kimi zaman dramatik, genellikle de ciddi bir hava veren bunlardır. Bütün bunları komediye dönüştürmek için ne gereklidir? O görünürdeki özgürlüğümüzün altında iplerden oluşan bir düzeneğin yattığını ve bizlerin, ozanın dediği gibi, şu ölümlü dünyada ipleri yazgının elinde zavallı kuklalar olduğumuzu düşünmek gerekir. Öyleyse düşgücünün bu basit imgeyi çağrıştırarak komiğe kadar götürmeyeceği hiçbir gerçek, ciddi, hatta dramatik sahne yoktur."

Henri Bergson Gülme çev: Yaşar Avunç İstanbul: Ayrıntı s. 47

07 Ocak 2010

hem öyle hem böyle

2009'da kaçırdığım albümleri yılsonu listeleri sayesinde yakalamaya çalıştım. neyse ki pitchfork, zevklerimiz uyuşmasa da, yargılarından neyi beğenip neyi beğenmeyeceğimi çok şık biçimde çıkartabildiğim bir dile sahip. bat for lashes'ın two suns'ı gerçekten şahane. grizzly bear'in çok umutla beklediğim veckatimest'inde iş yok, keza antony and the johnsons'ın the crying light'ında da. bibio'nun ambivalence avenue'sü ise pek güzel bir sürpriz.

zizek'in pervert's guide to cinema'sını da, moore'un sicko'sunu da yeni izledim. çağımızda truth teller olma iddiasında bulunmak için niçin göbek gerekiyor, bunu çözmeye çalıştım.

fatih akın soul kitchen'da muhtemelen farkında olmadan, sarışın, sıska alman-almanlara karşı feci bir ayrımcılık yapmış, hepsini pek bir kötü kötü göstermiş. aman diyeyim. akın'ın karnivalesk diline bile böyle bir dışlayıcılık yerleşmişse, iyiye gitmiyoruz.

2009'un son gününde jasper'i hamama götürdüm, hem 2010'a ben de tertemiz girerim dedim. ama sadece girmek 50 tl olunca, kese mese yaptırmadan bi ıslanıp çıktım. yine de en temiz girdiğim sene 2010'dur herhalde.

çatalca'da, istanbul'da, memlekette her şey bildiğimiz gibi. nişanyan'ın şu meşhur yazısına tekrar denk geldim. özellikle son cümlesini hatırladığım iyi oldu, ne de olsa en az 1,5 sene yurt sathındayım:
"En önemlisi şu: bu memlekette öyle güvercin tedirginliğiyle yaşamaya gelmez. Köpek gördün mü değnekle üstüne yürüyeceksin."

çatalca'da değişen birşey yok dedim, ama saatçı mustafa'yı yeni tanıdım. saatçı, anahtarcı ve dövmeci. çarşının ortasında. dükkanın yanındaki kuruyemişçi bir de üstteki apartman onunmuş. kendisi harleyci ve rockçı. müzisyen. çılgın apaçi olarak cümle alem tarafından tanınıyor. hafta içi çatalca'da robot hayatı yaşıyor, hafta sonu ver elini taksim, ortaköy, bebek, nişantaşı, kadıköy. belki kendisini oralarda upuzun pançoları, yüzük yüzük parmakları, geniş şapkaları ve makyajlı suratıyla görmüşsünüzdür. ortaköy'deki hakan'dan bahsetmiyorum, o mustafa abi'nin eline su dökemez. içinde bulunduğum yirmi dakika boyunca bir de anladım ki, kendisinin dövmeci dükkanı, çatalcalı ve tepecikli gençlerin alternatif turkish subculture'ına açılan dehlizi. mustafa abi'nin dükkanında aradıkları soluğu bulamazlarsa otobüse binip avcılar'a kadar gitmeleri gerekiyor, ki bu da üç lira demek, az değil.

zaytung çok iyi geldi, geç keşfettiğime hayıflandım. özellikle en çok şuna güldüm. zamanında bir de snıf...! vardı, bilmem hatırlayan çıkar mı?

aşure mevsimi hepimize hayırlı olsun.

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi