29 Nisan 2009

Hareketsiz Akşam

Hava yağmurlu, otobüsler yine tıklım tıklımdı. İstiflenmiş İstanbulluların arasından, akbil bipbipleri eşliğinde arka tarafa doğru ilerledim. Islak montlardan, şemsiyelerden ve çantalardan yayılan koku otobüsün içindeki havayı iyice dayanılmaz kılarken, bir yeşerip bir soluyordu etrafımdakilere karşı sempatim. Şöförün yolculara para üstünü verişindeki ağırlığa, şu hengamede kitap okumaya çalışan çaprazdaki ineğe ve aynasını çıkartmış türbanını düzeltmekle uğraşan tipe sinir oluyordum. Annesinin kucağında camın buğusuna bir şeyler çizen süveterli oğlan, bir eliyle düşmemek için kayışa tutunup diğeriyle cep telefonundan mesaj gönderen şu genç kız, yanındakine pastil veren yakışıklı ihtiyar falansa, sevgi uyandırmışlardı içimde.
İstinye’den Beşiktaş’a doğru sahil yolunda ilerliyorduk. Yol her zamanki gibi dopdoluydu. Kendime orta kapının orada bir yer açtım, sırtımı cama dayadım. Otobüs bir sağa bir sola hunharca sallarken içindekileri, ben sabit durabiliyor, eve dönüşümün keyfini çıkarıyordum. Böyle sabit vaziyette, kulağımda sevdiğim türden bir müzik de varsa, otobüsü dolduran her yaştan yolcuya baka baka, üstelik Boğaz ve sahilde dolaşan, balık tutan, kestane ve mısır satan İstanbullular manzarama fon oluştururken, otobüste bir saat geçirmek çok da koymaz bana. Kendimi bir filmdeymiş gibi hissederim.
Otobüs dura kalka ilerler, genç kızın parmakları telefonunun üstünde hızlı hızlı hareket etmeye devam ederken, Bebek dolaylarında bir kırmızı ışığa yakalandık. Yağmur damlaları denizin üstünü deşiyor, dalgalar iyice yükseliyor, deniz kenarındaki taşlarda patlayanlar yola kadar köpük köpük taşıp arabalara kadar ulaşıyordu. Sabırsız taksiciler ve mesai bitkini sürücüler, otobüsümüzün arkasında sıralanmışlardı. Trafik ışıklarından, farlardan, stop lambalarından ve dükkan tabelalarından yansıyan kırmızı, sarı ve yeşillerin otobüs camlarında biriken damlacıklardaki akisleri beni yine mutlu ediyordu. İstanbul’un akşamüstü alacalığı otobüsün içinde renkli bir loşluk yaratıyor, filmime bambaşka bir hava katıyordu.
Kırmızı ışığın olağandan biraz daha uzun süre yandığını fark ettiklerinde, yolcularda bir kıpırdanma oldu. Evlerine dönmek için sabırsızlanan İstanbullular birbirlerinin kafalarının arasından ve omuzlarının üstünden dışarı bakmaya çabalıyor, homurdanıp şikayet ediyorlardı. Kitap okumaya çalışan tip sinirle kitabını kapatıp çantasına kaldırdı. Ben de kulaklıklarımı çıkartıp ne olduğunu daha iyi anlamaya çalıştım. Genç kız telefonunu cebine koydu, meraklı gözlerle dışarıya bakıp derin bir of çekti. “Niye yeşil yanmıyor kardeşim, gerçek mi bu ya?” diye arkalardan genç bir erkek sesi yükseldi.
Üç dakika geçti, ama yeşil ışık yanmadı. Otobüsün içinde cıkcık sesleri çoğalıyor, arka sıralardaki arabalardan gelen korna sesleri giderek yükseliyor, bu sesler de şöförün arkasında oturan yaşlı teyzenin mırıltısına ve sileceklerin ritmik gıcırtısına karışıyordu. Otobüsün hemen arkasındaki jipteki adam, birkaç defa uzunları yakıp söndürdükten sonra kornasına öyle bir abandı ki, annesinin kucağında çoktan derin mi derin bir uykuya dalmış olan o süveterli çocuk bir anda uyandı, ama ağlamadı. Kırmızı ışık, trafik lambasının en üstünde gururla parlamaya devam etti.
O sırada, ihtiyar bir çift otobüsün kapısını tıklattı. Burası durak değildi, biliyorlardı, hatta akşamüstü yürüyüş yapmak için çıktıklarından yanlarına para dahi almamışlardı, ama bir anda çok ıslanmışlardı, şöförbeyoğlum onları bir sonraki durağa kadar içeri alır mıydı? “Elbette anne,” dedi şöför; ihtiyarları içeri aldı. Genç kız bir an, muhtemelen böyle hoşluklara şahit olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, tebessüm etti.
Neredeyse beş dakika olmuştu. Otobüsün solunda, yine hemen trafik lambasının dibinde duran otomobil, daha fazla sabredemeyip gaza bastı ve kırmızı ışıkta geçmiş oldu. Elbette, arkasındakiler de onu takip etti ve bir anda otobüsün solundaki araçlar ilerlemeye başladı. Otobüsün arkasındakiler de şerit değiştirip otobüsün yanından geçip gidiyorlardı. Bir tek otobüsün hemen arkasında duran jip korna çalmaya devam ediyordu. Yine arkalardan bir adam, gereğinden daha yüksek bir sesle, “Kaptan, bas gaza hadi, beklemeyelim biz de,” diye bağırdı; artık türbanının düzgün durup durmadığını umursamayan kadın “belli ki bozulmuş ışık,” dedi; kucağında süpermarket poşetleri taşıyan bir kadın “hadi şöför bey biz de ilerleyelim artık,” diye seslendi; bir diğeri “kaptan ne bekliyorsun, hepimiz evimize gideceğiz,” dedi.
Otobüs şöförü ise, nedense, ne yolculara cevap veriyor, ne de gaza basıyordu. Arkadaki jipin sürücüsü sonunda manevra yapmayı becermiş, otobüsün yanından geçip gitmiş, giderken de uzun uzun kornaya basmıştı. Babacan tipli bir adam, kendisinden beklenmeyecek bir fevrilikle şöföre, “sağır mısın be adam, hadi ilerle” diye bağırdı. Yanındakine pastil veren o yakışıklı ihtiyar, “şöför bey bari kapıları açın da, isteyen insin yürüsün,” dedi. Şöför de hiç ikiletmeden üç kapıyı birden açtı. Yolcular, ilk anda ne yapacaklarını bilemediler. Belli ki cins bir şöföre denk gelmişlerdi işte; ama ne yapsınlardı, boğazına mı sarılsınlardı? Biri hala tatlı dille şöförü ilerlemeye ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
Birkaçımız hariç bütün yolcular, gönülsüzce, söylenip cıkcıklayarak, ya şöföre, ya trafiğe, ya kırmızı ışığa, ya da yağmura sessizce küfrederek otobüsten indi. Otobüs bir iki dakika içinde neredeyse tamamen boşaldı. Durak pek uzak sayılmazdı, çoğu oraya yürüyüp bir sonraki otobüsü bekleyecek, bazıları bu sırada sigara da içecekti. Beklemeye alışkınlardı nasılsa; üstelik bizim otobüsün havasızlığından sonra, hafif yağmurlu bir Boğaz havası tercih edilmeyecek şey değildi. En son, otobüse yeni binmiş olan yaşlı çift de birbirlerine kaş göz yapıp anlaşarak inince; geriye bir tek ben, şöför, hala ayakta duran o genç kız, bir de, daha önce otobüsün kalabalığından fark edemediğim, arkalarda bir yerde oturmuş ağzından salyalar akıtarak hırıltılar çıkartan ve dışarıya bakan yarım akıllı bir adam kaldı.
Yolcular inince, otobüsün içi gözüme deminki halinden daha küçük ve biraz da zavallıca gözüktü. Yerlerdeki çamur, lekeli koltuk kılıfları, tutunma demirlerindeki çakı kesikleri... Şöför, dikiz aynasından hepimize kısaca baktı ve kırmızı ışığın yeşile dönmeyeceğine emin oldu ki, otobüsün motorunu durdurdu. Nedense hala ayakta bekleyen genç kız, geçti koltuklardan birine oturdu. Homurdananların, küfredenlerin, korna seslerinin yokluğunda, sadece dalga ve silecek sesleri ile otobüsün yanından geçen arabaların vızıltısı duyuluyordu. Bir de, arka koltuklarda oturan adamın çıkarttığı sevimsiz hırıltı.
Orta kapının dibinde durarak biraz daha oyalandım. Başka türlü düşününce, otobüs sıcak ve sevimli gözüküyordu. Daha fazla beklememin saçma olduğunu fark edince; kulaklıklarımı taktım, müziği başlattım, otobüsün kapısının açılması için düğmeye bastım ve dışarı çıktım. Şiddetini biraz azaltmış yağmurun altında karşıya geçip eve doğru yürüdüm. Zaten tam bizim evin önünde durmuştu otobüs.

19 Nisan 2009

Suya Karıştı

Ahmet’i de yanımıza almamızı babam istedi. “Sabahtan akşama hiçbir şey yapmadan oturuyor, bari sizle gelsin,” dedi, “hem annesi de çok üzülüyormuş.” Bir iki kez aramıza çağırmıştık ama bizle birlikte takılmaktan hoşlanmıyor gibiydi. Elinde günlerdir aynı kitabı evirip çevirdiğine bakılırsa zamanını kitap okuyarak geçirdiği de söylenemez. Evin içinde pek oturduğunu da sanmıyorum, televizyon falan seyretmiyor yani. Birkaç defa kucağında bilgisayarla gördüm ama, tam da bütün gün bilgisayar oynayıp internette chat yapıyordur diyeceğiniz türden biri olmasına karşın, annesinin babama söylediğine göre bilgisayarla da fazla oyalanamıyormuş.
Onu çağırmaya Lale gitti. Döndüğünde, “gelecekmiş ama fazla kalamayabilirmiş” dedi. “İyi de onun için erkenden dönemeyiz ki,” dedim. Lale “Ben de öyle dedim ama, sorun olmazmış, gerekirse kıyıya kadar yüzermiş,” dedi.
Babamın geçen sene satın alıp sıkıldıktan sonra bu yaz başında her şeyiyle bana devrettiği, iki yüz yirmi beş beygirli, tek kamaralı şık teknemizle açılacaktık. Deniz bizim sitenin önünde fazla sığ ve yosunlu olduğu için aşağı yukarı her gün siteden arkadaşlarla birlikte böyle açılıyoruz. Çevrede teknesi olan birkaç kişi daha var, bazen açıkta onlarla da buluşuruz. Genelde beş altı kişi oluruz. İşte bu sefer Ahmet de bizimle gelecek.
Biz beşimiz, saat iki civarı kıyıda buluşup Ahmet’i beklemeye başladık. Hepimizin omzunda havlular asılıydı. Lale ile Yeşim çantalarını da almışlardı. İçlerinde güneş kremleri, ipodları ve kitapları duruyordu. Yeşim zaten yaz başından beri aynı kitabı gezdiriyor çantasında. Levent’le Ege de ipodlarını Lale’nin çantasına koymuşlardı. Levent’in elinde deniz gözlükleri ve paletler falan da vardı.
Bir iki dakikaya Ahmet de geldi. Bizim güneş yanığı tenlerimizin yanında onun teni bembeyazdı, ama bizden daha sağlıklı gözüküyordu. Uzun boyluydu ve omuzları kıskandıracak genişlikteydi. Dik ve kendinden emin duruşuna karşın suratında ürkek ve alık bir görüntü vardı. Yine de havasındaki birşeyler dışlamaya meraklı yaşıtlarımın onu hafife almasına engel olacak cinstendi. Levent, Ahmet’in gelişini baştan kayıtsız karşılamıştı ama onu yakından gördükten sonra Ahmet’in aramıza katılmasından rahatsız olduğunu hissettim. Sebebi basit, Yeşim’in Ahmet’ten az da olsa hoşlanması ihtimali... Lale kısaca Ahmet’i Yeşim, Ege ve Levent’le tanıştırdı. El sıkışmadılar, zaten hepsi birbirini önceden tanıyordu. Sadece daha önce hiç konuşmamışlardı.
Kıyıdan yirmi adım kadar açıkta duran tekneye yürüyüp sırayla bindik. Ege çapayı çekti. Motoru çalıştırdım. “Önce bir tur atalım mı?” dedim bizimkilere. Yanıt gelmeyince, Lale Ahmet’e sahilde tekneyle bir tur atmayı isteyip istemediğini sordu. “Olur,” dedi Ahmet, “sizin için bir sakıncası yoksa...”
Ege, Levent ve Yeşim kamaraya girmişler, buzdolabından biralarını çıkartıp içmeye başlamışlardı bile. Ahmet, “Motor kaç beygir?” diye sordu. “İki yüz yirmi beş” dedim, “kullanmak ister misin?”.
“Becerebilir miyim ki?”
“Evet tabii, kolaydır. Yalnızca direksiyonu sıkı tut, o kadar.”
Bir süre Ahmet kullandı tekneyi. Bu sırada rüzgarda uçuşan pareosuyla birlikte Yeşim de teknenin burnuna çıkmıştı. Doğuya doğru birkaç kilometre yapmış olmalıydık. Ufak bir burnu, iki siteyi ve birkaç iskeleyi geçtik. Sıcak, bulutsuz bir temmuz günüydü. “Buralarda duralım istersen,” dememle Ahmet aniden gaz kesip motoru durdurdu. Bir süre denizin üstünde hızla gidip de rüzgarla sersemledikten sonra ansızın durup yavaş yavaş salınmak her zaman hoşuma gitmiştir.
Ege çapayı attı. Lale, kendisine, bana ve Ahmet’e bira getirdi, Yeşim’in çantasından kuruyemiş paketini çıkartıp kuruyemişleri küçük kaplara döküp aramıza koydu. Ben kıç taraftaki tenteyi açtım, güneş pek dayanılacak gibi değildi. Levent, teknenin burnunda güneşlenip müzik dinleyen Yeşim’in yanına gitti.
Söze nasıl başlanmalıydı? Doğrudan, annesiyle babamın yakınlaşmasından mı bahsetseydik? Bir çeşit kardeş mi oluyordum yani Ahmet’le? Yoksa, annesiyle babamın ilişkisini bilmezden gelecek, ya da bir şekilde bunun söz etmeye değmeyecek birşey olduğunu birbirimize ima edip daha başka şeylerden mi konuşacaktık? Daha başka konuşacağımız bir şey yoktu ki. Sitedeki bütün evler (on dört müstakil tripleks) bu bahar boyanmıştı ve yeni tutulan bahçıvan sitenin bahçesini daha önce hiç olmadığı kadar güzelleştirmiş, sitenin her köşesinde kafam kadar ortancalar açmıştı. Ne yani, bunlardan mı konuşsaydık? Hem, birbirimizin gittiği okulları, kaçıncı sınıfa geçtiğimizi, bölümlerimizden memnun olup olmadığımızı da biliyorduk. Konuşacak fazla bir şey yoktu.
Ege kitabını açıp okumaya başlamıştı. Lale de teknenin ortasına uzunlamasına oturmuş, bir dergi karıştırıyordu. Levent’le Yeşim’in de, bizim belli belirsiz duyabildiğimiz sohbetleri bitmiş gibiydi. En doğrusunun kendimi tekne yükselip alçaldıkça çıkan şlap şlap seslerine ve usulca esen poyraza bırakıp gamsızlığımın tadını çıkarmaya karar verdim. Açık denizde, şık teknemizin içinde, altı genç, bu güzel havanın keyfini çıkartıyorduk. Biranın da yardımıyla olacak, bir an çok iyi hissettiğimi hatırlıyorum.
Bir süre sonra Yeşim –hepimizin çoktan alıştığı hareketlerle- bikinisinin üstünü çıkarttı ve yüzükoyun uzandı. O bikinisini çıkartırken yan gözle Ahmet’e bakmıştım; Yeşim’in hareketine nasıl tepki vereceğini merak ediyordum. Hayret etmesi, gözlerini Yeşim’den alamaması (ben geçen yaz Yeşim bunu ilk yaptığında kızın göğüslerine aval aval bakakalmıştım) ya da bakışlarını çevirecek başka bir yer aramak için sağa sola çaresizce göz gezdirmesini görmek hoşuma giderdi, ama hiçbirini yapmadı. Geldiğinden beri yaptığı gibi sakince etrafı süzüyordu. Levent, sıkıldığını, artık denize gireceğini söyledi. Kimse cevap vermedi, o da denize atladı ve “su çok güzel ya kaçırmayın” falan gibi şeyler dedi. Çok geçmeden Lale ve Ege de denize atladı. Levent’i yalnız bırakmak istemediklerini düşündüm.
Sonraki bir iki saat boyunca hepimiz denize defalarca dalıp çıktık, yüzdük, birbirimize su sıçrattık, suyun altından birbirimizin bacaklarını sıktık, deniz gözlüklerimizi takıp kum çıkartmaca oynadık. Önceki günkü halısaha maçını, geçen akşam barda yaşananları, Fuat’la İzel’in ayrılmalarını falan konuştuk. Bu sırada Levent yine delikanlı delikanlı laflar edip hepimizi baydı. Bir ara on beygirlik ufak tekneleriyle Sinanlar yanaştı yanımıza. Yarın Sinan’ın kız arkadaşı Tuğçe’nin doğumgünüymüş, hepimizi akşam dokuz gibi terasa bekliyorlarmış. Herhalde giderdik.
Saat beş olduğunda hepimiz tekneye çıkmış, kurulanmıştık. Güneş alçalmaya başlamış, ufukta bulut kümeleri birikir olmuştu. Herkes birer köşeye çekilmişti ve ben de tenteyi kaldırıp teknenin kıç tarafına uzanmıştım, tenim biraz yansa iyi olurdu. Ahmet, “bir bira daha alabilir miyim?” diye dormuştu. Lale, “sormana gerek yok Ahmet’çim aşk olsun,” falan gibi bir cevap vermişti. “Ahmetçim” sözünü duyunca ilk anda garipsemiştim.
Hatırladığım kadarıyla Lale ve Yeşim kamaranın içindeki şiltelere yatmışlardı, herhalde fısır fısır birşeyler konuşurken uyuyakaldılar. Levent ve Ege de kulaklıklarını takmışlar, müzik dinliyorlardı. Ege’ninkinden çıkan hip-hop sesi dalga, rüzgar ve teknenin şlaplarına uyum sağlamış gibiydi. En son gördüğümde Ahmet de bir kitap karıştırıyordu. Lale’nin kitabı olabilir. Benim de üstüme iyice ağırlık çökmüştü.
Neyse, yarım saat kadar sonra Levent’in sevimsiz horlama sesi yüzünden gözlerimi açtığımda teknedeki herkes derin uykudaydı. Ancak; Ahmet yoktu. Uykuyla uyanıklık arasında çok kısa bir culp sesi duyduğumu hatırlıyorum. Su sıçratmayan, şık bir balıklama dalış sesi. Bunu hatırladığım anda endişeye kapıldım, kötü birşeylerin olduğunu hissetmiştim bile. Denize baktım, ama Ahmet’i göremedim. Bir süre bekledim, sonra diğerlerini uyandırdım. Ne yapacağımızı bilemedik. Gerçi, diğerleri telaşlanacak bir durum olmadığını, herhalde sahile kadar yüzmüş olduğunu söylediler ama ben onlar kadar rahat olamamıştım. Siteye döndüğümüzde de Ahmet’ten haber yoktu. Gören olmamıştı. Sahil Güvenlik bir hafta boyunca onu aradı ama birşey bulamadı. Söylememe gerek yoktur; yazın geri kalanı bayağı keyifsiz geçti. Hiçbirimiz o günkü şaşkınlığımızdan sıyrılamadık.

16 Nisan 2009

Bunun kadar iyi özetleyenine rastlamamıştım.

The alternative to historicist holism in poststructuralist thought is not, as is often popularly claimed, a runaway social atomism or a libertarian fragmentation of the subject. The disjunctive and doubling grounds of the discourse initiate a lateral or metonymic movement that effects a shift in the question of values it features in cultural and aesthetic judgment.
Bhabba, Homi K. (2003) Postmodernism/Postcolonialism in Critical Terms of Art History, p. 438)

14 Nisan 2009

clapping and crying

It was in New York, probably in the Museum of Modern Art. I walked past a recess, and as I passed by I had the feeling something had pushed me. It was akin to the feeling you have when you're snoozing on a train, and you suddenly have to open your eyes because you feel someone is staring at you. In the recess there was a painting by Mark Rothko, a reddish area in a dark surrounding. Its presence was so unmistakable, I nearly wanted to step forward and warm my hands on it.
That was when I lifted up my hands in an involuntary gesture, because I wanted to applaud. But I immediately felt ridiculous, and refrained. The sound of two hands clapping does not go well with paintings.
Rob Klinkenberg (from his letter to James Elkins, quoted in Pictures & Tears, p. 227)

Well-known art historian James Elkins has made a query about crying in front of paintings and wrote Pictures & Tears in 2001. The book involves a kind of a history of people that cried in front of paintings and tries to give some answers why people might have cried in front of some paintings and why actually there are only a few of them, both people and paintings that make some cry. For his query, Elkins requested people to write him letters about what they feel for having cried in front of some paintings. There are all sorts of odd and funny answers to this very creative query. However, the one I quoted above approaches the other side of the story; not crying, but clapping in front of the paintings.

03 Nisan 2009

kolonyal?

evde yiğit ve adil'le maç izler gibi seçim sonuçlarını izlediğimiz gece, zeynep telefonda yine, "siyasetten bu kadar zevk alıyorsun ya inanamıyorum sana," falan diyince, aklıma okuma yazmayı yeni söktüğüm zamanlarda önüme ilköğretim atlasını açıp dünya haritasını uzun uzun incelediğim zamanlar geldi. sanırım, bu seçim sonuçlarını izleme işinden alınan zevkte, eurovision'dan, dünya kupası'ndan, olimpiyatlar'dan, ne bileyim işte sınır tanımayan gazeteciler'in dünya basın özgürlüğü raporu'ndan alınan zevkle bir ortaklık var. dünyanın devasalığının, ya da sadece belli bir coğrafyanın dahi nasıl da bitmez tükenmez oluşunun farkına varmanın insanda yarattığı bir his. gerisi, yani seçimlermiş, dünya kupası'ymış falan, sadece bilinmeyen yerler hakkında fikir üretebilme, kıyaslama yapabilme imkanını sağladığı için, özleri itibariyle çok da fark etmeyen araççıklar.
şimdi, işi bilenler tutup, bu duygunun nasıl da emperyalist, kolonyalist, bilmediğin yerleri kategorileştirmeci, oralara anlamlar dayatmacı, dayattığın anlamları kendi suretinden devşirmeci hissiyatlarla akraba olduğunu belirtip, bu tankut da ne pis adammış yahu, diye düşünebilir. eh pek haksız da sayılmazlar aslında; yani bir taraftan ne önemi olabilir benim için patnos'ta seçimleri kimin kazandığının?
ama, öte yandan, niye umrumda olmasın ki? çamlıhemşin'deki seçimlerin sonucundan niye heyecan duymayayım ben şimdi?
az önce televizyonda cranberries'in şahane linger'ı çalmaya başladı. parama kıyıp da ilk aldığım yabancı albümdü cranberries'in everybody else is doing it, so why can't we'si. yabancı diyarların kulağımdan içeri girdiği ve o diyarların varlığından heyecan duymaya başladığım günlerdi; ingiltere ile irlanda arasında dahi bir fark olduğunu sezmeye başlamıştım. sublime mı desem, oceanic mi desem, ne güzel bir histi öyle! üstelik, hiç de o diyarları kontrol etme, biçimlendirme, zapturapt altına alma gibi gayeler taşımıyordu.

estetiği rekabet hissiyle değiştirirseniz; seçimler, eurovision, dünya kupası falan, biraz da böyle bir şey. yarın seçim olsa, yine izlerim yani.

sonuçlar şöyle

dead fm'in ve loner, rebel'in kuponları lotoyu kazanmıştır sevgili blogseverler. totoculuk kültürümüzün ne kadar olgunlaşmış olduğunu gösteren, çok demokratik bir loto oldu; blogger camiamıza hayırlı uğurlu olmasını diliyorum. dead fm sonucu çok iyi tahmin etmiş, kendisine d & t isminde bir araştırma şirketi kurup, araştırma falan yapmadan işkembeden sallayacağı sonuçlarla bi güzel para kazanmasını tavsiye etmiyorum; çünkü ayıp olur.
diğer arkadaşlar ise saçmasapan tahminlerde bulunmuşlar. hiç mi anlamazsınız bu işten kardeşim? bu seçimde kötü tahminde bulunan arkadaşlara da derhal bir dokunmatik seçim ekranı edinmelerini ve bir dahaki seçimlere kadar antrenman yapmalarını tavsiye ediyorum.

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi