31 Ağustos 2009
28 Ağustos 2009
27 Ağustos 2009
Dur Bir Mola Ver
Kuzeybatı Pasifik'in Haida Kızılderililerinde "şiir yazmak" için kullanılan fiille "nefes almak" için kullanılan fiil aynıdır.
Amanda, etnik bilgilere dair bu tür sevimli ayrıntılardan büyük keyif alırdı. Bu bilgiyi öğrendikten sonra artık her nefesini sanki şiir yazıyormuşçasına ayarlamaya çalışacağına yemin etti. Sözünün eriydi, yeni nefes alma şekli kişisel cazibesinin ambarına katkıda bulundu.
Bir seferinde, özellikle güç isteyen bir kıtayı içine çekerken yanında salak sepelek dolanan bir kanatlı böceği yuttu. "Ne berbat bir kafiye," diye öğürdü. "Galiba düzyazıya geri döneceğim." (s. 172)
"Hayatını tehlikeye attın, peki ama başka neyi tehlikeye atmayı göze aldın bugüne kadar? Hoşnutsuzluğu göze aldın mı hiç? Ekonomik güvenliği tehlikeye atmayı göze aldın mı? Bir inancı tehlikeye atmayı göze aldın mı? İnsanın hayatını tehlikeye atmayı göze almasını özellikle cesur bir davranış olarak görmüyorum. Ne olur yani, hayatını kaybeder, kahramanların cennetine gider, orada sonsuza dek bir elin yağda bir elin balda yaşarsın. Öyle değil mi? Mükafatını alırsın, yaptıklarının dünyevi sonuçlarına katlanmazsın. Buna cesaret denmez. Gerçek cesaret, onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, gerçek cesaret insanı düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin güçlüklerine katlanmaya ve bilincini genişletmeye zorlayabilecek bir şeydir. Gerçek cesaret, insanın basmakalıp inançlarını tehlikeye atmayı göze almasıdır." (s. 253)
kütüphanede dolanırken rastgele çektim. dört sene evvel altını çizdiğim iki paragraf; Tom Robbins'in Dur Bir Mola Ver'inden (ayrıntı, 1997, çev.: Fatma Taşkent)
25 Ağustos 2009
şunlar çıktı
bir sabah çıkmak güneşler aylar bir sabah çıkmak
bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek
Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum
Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe
ama, orada burada alıntılanan, ya da doğrudan okuduğum bazı yazılarıyla karşılaştım da... ahmet türk'ün türkçe konuşma biçimiyle dalga geçeninden, mahmur kampındakilere ya da kemal karpat'a açık açık hakaret edenine; yani iyice terbiyesizleşip bir de cehaletlerinden yana ar duygularını kaybetmiş olduklarını hissettiren yazılarına bakınca, her zamanki gibi, önce utandım, sonra öfkelendim. bu haftasonu ise ikisi birden sezen aksu'ya çatmış; bir tanesi "sen ne menem bir sanatçısın ki?" demeye vardıracak kadar hem de...
nihayet, özellikle özdil tombuluna, ama biraz da coşkun'a bakınca, ilkokuldaki ezberleriyle iyi niyetli öğretmenlerinin gözüne girmeyi ve hem kendilerini hem de orta sıralarda oturan arkadaşlarını kandırmayı başaran, daha sonra bu ezberciliğini hayatı boyunca sürdüren ama hayat neyse ki onların kandıramayacağı kadar karmaşık ve bu yüzden de güzel olduğu için duvara toslayan tipler görüyorum.
şöyle de bir sorun var malum, bu arkadaşlar herkese hakaret edebilir, ancak kendilerine hakaret edildi mi feci veryansın ederler. halbuki hakaret edilebilecek şey var, edilmeyecek olan var; yani bir kişiye şivesinden dolayı hakaret edilmez, kaçıp sığındığı bir göçmen kampındaki yaşam koşullarına hakaret edilmez, bilim adamına ürettiği bilimsel değer için, sanatçıya da sanatından dolayı hakaret edilmez. uzun uzun bunları argümanlaştırmaya değmez. ancak bir şahsa ideolojik tercihlerinden dolayı yapılan eleştiri, biraz ileri gidebilir. ideolojik yaklaşımlar nihayetinde ne seçilemeyecek ne de değiştirilemeyecek denli default verilerdir bir kimlikte. tercihtir işte, etnik kimliğe ve şiveye benzemez. birebir ideolojik tavırların seslendirildiği yazılar da, ne bilim adamının makalesi gibi profesyonellik kalkanıyla, ne de sanatçının eseri gibi duyarlılık kalkanıyla korumalıdır, eleştiriye açıktır yani. loş bir ışıkla aydınlatmak gerekirse; toktamış ateş'ten tombulum diye bahsedilirse ayıp olur, ama tombul yanaklarıyla köşe yazısının üstünden gülümsemeyi tercih etmiş yılmaz özdil'e tombulum demek caizdir. daha parlak bir ışık için; beğenmiyorsan çek git ne kadar kabul edilemez ve alçakça bir lafsa, bir şiveyle onun sahibini aşağılamak için dalga geçmek de, o kadar alçakçadır.
bunları niye yazdım, bilemiyorum, açıklama yapasım varmış. zaten bence amerika bu kürtleri laboratuvarda oluşturup incirlik üssünden oracığa salıveriyor.
bu haftaki radikal iki'de her çıkışın bir inişi var başlıklı yazı ilgi çekici ve bayağı haklı bir makaleydi. değişime ayak uyduranların, uyduramayanlara karşı nasıl kibirli olduğuna dair. ancak, hem her çıkışın bir inişi yok, hem de değişime ayak uyduramamak temel insani hissiyatlara ket vurmuşluktan ileri gelip, bir de üstüne diyalektik olarak karşında bulunana yalan yanlış hakaret etmeyi meşrulaştıracak denli kendinden geçme hakkı tanıyorsa kişiye, yok, o zaman değişimi biraz olsun kavramışa kibirlilik yaftası, eğer ki ayak uyduramayanlarla aynı üslup suçlarını paylaşmıyorsa, hele ki bireysel ve toplumsal varoluşu ile ekonomik varlığını değişime dayandırmıyorsa, fazla ağır kaçar.
bir de, kürkçü iyi yazmış kanımca: devlet aklı ve barış
geçen hafta zülfü livaneli çatalca'daydı, halk konseri için. zeynep de geldi, gittik. evden çıkıp, çatalca'nın, içinden bayır ve devasa yel değirmenlerinden mürekkep şahane bir manzara gözüken stadında binlerce kişiyle birlikte zülfü dinlemek bayağı güzel tabii. halk konseri, ayrıca mükemmel bir kavram. mesela yakındaki tekelden bir biracık alıp içsek mi diye geçirirken içimizden, zabıtalar bira içen bir genci uyarıp dışarı çıkarttı biz de vazgeçtik. ama herkes çekirdeklerini yere atarken ben bütün gece zeyno için elimde kabuk kesesi taşıdım, mesela zabıtaların bu durumu da ödüllendirmesi gerekmez miydi, bilemiyorum. zülfü'nün bir halk konserindeki dinleyici kitlesi de ayrıca hayatın ezbere gelmez karmaşıklığının güzelliğine dair seyretmeye değer bir şey. ama sonra eve yürüyerek dönmek daha da güzel. bir de kitap standı vardı 3 ytl'ye ayrıntı yayınları'nın kitaplarını satıyordu, inanılmaz. bir de beypazarı kurusu da satılıyordu. kardeşin duymaz el oğlu duyar.
edit. şu da çıktı: kürtçeyi hoş görmeyin!
19 Ağustos 2009
şunlar var
eskiden de böyle olurdu. her yaz birşeyler yazmaya kalkar, ne bileyim bu yaz şöyle bir öykü yazacağım falan diye aklımdan geçirir, sonra da bilgisayara "çok sıcaktı," diye başlayan kimi paragraflar tuşlardım. sanıldığının aksine, hayalgücüm pek o kadar kuvvetli değildir.
yazmak için yaz ayını seçmenin kötü bir tercih olduğunu ise bu blog vesilesiyle daha iyi anlamış oldum. yazacak şey arasam, bulamıyorum; bulsam, boşveriyorum.
c.a. notos'un son sayısına yazdığı bir yazıya f.u.'dan bir alıntıyla başlamış. şöyle:
17
Hoş karşılanmıyoruz. Hava bozuk. Boş bulunup buranın ne biçim bir yer olduğunu sorduğumuzda koyunlarından bayraklarını çıkarıp dalgalandırıyorlar. Rüzgar bile onlardan yana.
bir de şu var:
kuzgun, içinde neler var?
bir de şu:
hercules and the love affair
son olarak:
karsten harries. geçen hafta tanıştım, akademiye güvenimi bir anda zirveye ulaştırdı.
07 Ağustos 2009
belli bir yükseklik
halbuki, beylikdüzü'nden taksime giden ekspres iki katlı otobüslerin üst katına binip dışarı bakınca da bayağı güzel oluyormuş. üstelik iett ya da halk otobüsü fark etmiyor, ikisi de bayağı iyi, böyle klimalı falan.
sanırım, belli bir yükseklikten yolculuk etmek insan nerede olursa olsun güzel.
benim yorumlamam bu kadar.
başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi
-
3 yıl önce
-
5 yıl önce
-
7 yıl önce
-
8 yıl önce
-
10 yıl önce
-
11 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
14 yıl önce
-
14 yıl önce
-
-
-