aslında müzeler o kadar da sıkıcı yerler değil.
bremen çağdaş sanat müzesi'nin bir odasında birebir insan maketlerinden oluşan, fazla yaratıcı olmasalar da precision'ları ile hayranlık uyandıran işler var. kapıdan girince sizi masaya kapaklanmış uyuyan bir kadın heykeli karşılıyor ki, gerçek olup olmadığını anlamak için dibine kadar girip bakmak zorunda hissetmiştim. neyse çok utanıyorum, biraz da uykusuzdum o günlerde işte, ondan da olabilir, odada üç tane heykel var ama ben ilk anda dört tane heykel var sandım. selçuk erdem'in angut karakterleri gibi, aa bir tane de köşede oturup kitap okuyan müze bekçisi adam kılığında heykel yapmışlar vay anasını, diye düşündüm, sonra da bu heykeldeki kusursuz işçiliğe daha da yakından bakabilmek için ona yavaş yavaş - sanata saygımdan dolayı - yaklaşmaya başladım. tam aramızda bir buçuk metre kalmıştı ki heykel bir anda bana gözlerini dikti. şimdiii, o anı nasıl anlatayım? korku, utanç ve mahcubiyet bir arada. hem, adamı da heykel sandık yahu ayıp oldu iyi mi, diye utanıp bozarıyorum, hem de salaklığıma öfkeleniyorum. bir iki saniye öyle bakıştık adamcağızla. sonra, içimde kopan fırtınayı fazla belli etmediğimi umarak kendimi iki adım ötedeki cam kenarına atıp sanki dışarı bakmak istemişim gibi yaptım da, tekrar yürüyüp odadan çıkabilecek takati toplayabildim.
bu ikincisi tam olarak nerede başıma geldi hatırlamıyorum. istanbul'da olabilir de, olmayabilir de. yine bomboş bir müzede ya da galeride işsiz güçsüz geziyorum. oh dedim işte bir video işi; perdeleri araladım ve karanlığa daldım. bu karanlık odalarda tek başıma olduğumda hep biraz rahatsız hissederim zaten. acaba bir yerde odayı gözetleyen, böyle yaptığımı ettiğimi yeşil yeşil yansıtan bir kamera var mıdır diye kıllanırım. bir de işte nedense, bu odalara koydukları iskemlelere banklara falan oturmam da, gider bir köşeye yaslanırım. böyle yaslanmış şekilde perdede gayet durağan bir videoyu izlerken odaya gay bir çift girdi. anlaşılan karanlık odalarla ilgili benimkiler gibi acayip düşünceleri yoktu ki, iskemlelere oturup perdede olan biteni pek sallamadan sarılmaya öpüşmeye başladılar. tabii ki köşede karanlıkta durduğum için beni fark etmemişlerdi. bu durumda ben de kendimi dikizci sapık bir herif gibi hissetmeye başladım. onlar perdeden ve projektörden yansıyan ışığın altında öpüşüp sarılıyorlar, ben de karanlıkta tek başıma ne yapacağımı bilemeyerek paniklemiş ve kıpırdayamaz halde duruyor, e haliyle onları izliyorum. öksürme numarası çok çirkin olacağından, sessizce odadan çıkmaya karar verdim. ama ayağımdaki konversler yürüyünce ses çıkartacağından, izlediğimiz video da fazla sessiz olduğundan, kıpırdamadan evvel konversleri usulca ayağımdan çıkarmayı dahi ihmal etmedim. bu seferki sanata değil, aşka saygı. sonra, çocuklar koklaşmaya, perdedeki video da oynamaya devam ederken, sessizce ilk adımımı attığım anda, koca kafamın koca gölgesi bir anda bütün perdeyi kaplamasın mı? yine göz göze kilitlenme, yine utanç, yine kahır.
bu diğerlerinden biraz farklı: zeynep'le otuz günlük başbaşa interrail maceramızdaki tek kavgamız. sadece ne kadar salak değil, aynı zamanda ne kadar çekilmez ve huysuz bir adam olduğumu da anlatıyor. barselona'daki ikinci günümüz ve bütün günü gaudi'nin eserlerine ayırdık; sagrada familia ile başlayıp, casa mila ve casa battlo ile devam etmeyi planlıyoruz. ama, yolculuğumuzun neredeyse yirminci gününe gelmemize karşın her yerleri gayet mutlu mesut gezmeye devam edişimiz bana batmış olacak ki, daha sabahtan arıza çıkarmaya hazır şekilde uyandım. fekat kahvaltı ederken emre kurt'tan gelen sürpriz telefon ve sonra sagrada familia'da onunla buluşmamız, sinir çıkarma seansımı uzunca bir süre ertelememe sebep oldu. emre kurt gittikten sonra ise aksiliğim ve huysuzluğum katlana katlana artarak geri gelmeye başladı. hırsla burnumdan soluyor, her geçen dakika somurtma mimiklerimi daha da geliştiriyordum. ne var ki, şöyle dişe dokunur bir sebep bulup terslik çıkartamıyor, geliyorum diyen tartışmayı bir türlü başlatamıyordum. tam o sırada, zeynep'le casa mila'dan casa battlo'ya gergin bir sessizlikte yürürken gözüme bir tabela ilişti: "antoni tapies müzesi 200 m." gayet soğukkanlı biçimde bu tabelayı bir kenarıma not ettim. sonra, casa battlo'ya gidip on beş yirmi dakika sırada beklememizin ardından tam içeri girecekken, başladım "ben antoni tapies müzesi'ne gitmek istiyorum, bıktım gaudi'den, çok seviyorum antoni tapies'i" diye mızmızlanmaya. zeyno daha içinden "antoni tapies de kim, ne diyor yine bu salak?" diye geçiremeden, "zaten hep senin istediklerini yapıyoruz," diyerek bitirici vuruşumu gerçekleştirdim. bunun üzerine, benim güzel huylumun, tombiş yanaklımın, şuh kahkahalımın, jandarmamın, bir anda, gözleri dolmasın mı? hemen sabahtan beri nasıl haksızca huysuzluk ettiğimi anladım, ama biraz spor olsun diye öyle hemen alttan almadım. oturduk kenardaki çimlerin üzerine, şöyle ağız tadıyla bir güzel tartıştık. çok geçmeden sakinleştik ve kalkıp tabii ki antoni tapies müzesi'ne gittik. ama: "the museum is closed due to renovation. thank you for your visit."
haftaya buradasın güzellik! söz, hiç huysuzluk yapmıcam. çok özledim de. gerçi, müzelerden bahsediyordum, ne oldu böyle bir anda...
3 yıl önce