nasıl oluyor da, bir cümlede siyasetten dem vurup milli çıkarlardan bahsederken bir dahakinde "benim dedemleri camiye topladılar şöyle yaktılar," "bizim köyde tek tek kulakları kesmişler," diye konuşabiliyorlar? buna pornografi derler. şiddeti estetize etmek derler. aklına gelir, söylemezsin, utanırsın. of neler okuduk, dinledik; ama dilinin ucuna gelse de demezsin, yazacak gibi olursun ama acıyı argümanlaştırmak ayıp gelir. hele ki şahit olmadığını, görmediğini, anlatamazsın. şimdi bir de, acı ve şiddeti bayağılaştırdıkları yetmemiş gibi, özrü de bayağılaştırdılar. bir an olsun susmayı beceremezler, rahat bırakmazlar. özrü istedikleri gibi tartışmayı kendilerine hak görürler. nasıl bilmiş ve hesapçı bir dildir hemen münazaraya koşarlar. nasıl bir midesizliktir hakkında espri yaparlar. taşak avuçlar gibi özrümü alır tartarlar. bi bulaşmayın, bi dokunmayın, bi siktirin artık yetti ulan.
2008'de, önceki birkaç yıla kıyasla, yeni çıkan albümleri pek sıkı takip edebilmiş değilim. bu vaziyet, hem açıkradyo'daki programı bırakmamla, hem galata'da komşunun internetini sekiz ay boyunca kaçak olarak kullanmamla, hem de yeni mp3 çalarımı aldıktan iki ay sonra kaybedişimle alakalı. ama yine de, mütevazı da olsa, 2008'in en iyi şarkılarına dair şahsi bir sıralama yapıp sizlerle paylaşmaktan geri duracak değilim. ayrıca şarkıların bulundukları albümler de, dinlediklerim arasında 2008'in en iyi albümleridir.
1. shearwater - rooks yılın ilk yarısında başvuru işlemleri ve editörlük uğraşlarıyla sabahladığım gecelerde favorimdi bu şarkı. rooks, yani kargalar, niye ilgimizi çekmez ki pek? mesela en az kargalar kadar sıradan kuş cinsleri olan martıları ya da güvercinleri romantikleştiririz de, kargaları niye es geçeriz? nişanyan'ın etimoloji sözlüğüne bakarsak "karga", "kara kuş" manasına gelen bir tamlamadan evrilip bu hale gelmiş. daha az mana yüklenebilirdi miydi bir hayvana? nasıl gözüküyorsa öyle: "kara kuş". oysaki tarlaların arasından geçen bir yolda giderken mutlaka görmüşüzdür bir karga sürüsünün araziye simsiyah tüneyip kahvehanede dedikodu yapan ihtiyarlar ya da bir eyleme hazırlanan geçkin devrimciler gibi bekleştiklerini. rooks'u ne zaman dinlesem, kargalar hakkında düşünesim geliyor.
2. sakin - edepsiz komedya hayat albümünü bi kenara kopyalamıştım ama türkiye'deyken dinlemiyordum. ama burada evden okula giderkenki 22 dakikalık tren yolculuğumda şarkıyı sekiz defa döndürmüşlüğüm var. buna rağmen şarkının düzenlemesinde de sözlerinde de hiçbir fevkaladelik bulunduğunu düşünmüyorum. ama onur özdemir sesini çok iyi kullanıyor, melodi de şahane, bir de işte "seni sorana her yanım derim / ve dahasını da eklerim" bölümündeki naiflik çok mutlu ediyor. zaten iyi bir şarkı da tamamen böyle olmalı, değil mi?
3. santogold - you'll find a way çocukken bunaldığımda hareketli bir şarkı açıp odanın içinde koca kafamla tek başıma dans etmeyi öyle bir alışkanlık haline getirmiştim ki, bazen bu eğlenceyi bütün bir gece boyunca sürdürürdüm. büyüdüğüme kani olmamı sağlayan değişikliklerden biri, artık pek sık öyle tek başıma dans etmiyor oluşum. you'll find a way bu sene bu eski alışkanlığımın nüksetmesine sebep olan tek parça. ama husus sadece şarkının mükemmel düzenlemesi ya da santi white'ın şahane yorumunda değil; aynı zamanda hırs küpü bir tipitoşa hitap eden sözlerdeki öfke ve alayın güçlü ifadesinde.
the guardian'ın dünkü (15 aralık 2008) internet baskısında videosu vardı; george monbiot fatih birol'la röportaj yapmış. monbiot, meşhur aktivist ve the guardian'ın köşe yazarı; küresel ısınma konusunun en sıkı takipçilerinden ve hesap sorucularından. fatih birol da international energy agency'nin, yani dünyada enerji konusunda sözü en çok dinlenen kurumun başkanı. böyle bir röportajın yalnızca gerçekleşmesi dahi başlı başına bir olay, çünkü küresel ısınma tartışmasının iki ayrı ucunda bulunanlar aynı zeminde çok ender karşı karşıya geliyor. fakat video'yu izlemek sadece küresel ısınma ile ilgili şeyler getirmedi aklıma. lütfen siz de birkaç dakikanızı ayırıp izleyin. işin bilimsel yönüne zaten pek aklım basmıyor; ancak tabii ki, kendimi küresel ısınma teorilerini savunup dünyanın ekolojik geleceği ile ilgili karamsar olanlara çok çok daha yakın hissediyorum. hele ki george monbiot gibi aktivist, üretken ve adanmış entelektüellere itimadım sonsuz. ne var ki, bu videoyu izlerken george'dan ziyade fatih'le empati kurmama engel olamadım. george sorularını çat çat yöneltirken, fatih'in suratında hazırlıksız yakalanmışlığın belirtileri; george iea'yi türlü sorumsuzluklarla suçlarken, dünyada enerji kaynaklarının dağılımı, kullanımı ve geleceği ile ilgili çok geniş ölçekli bir araştırma yaptığı ve raporlarında radikal yenilikler önerecek kadar kurumunun geçmiş politikalarıyla ters düşmeyi göze aldığı için en azından ufak bir teşekkürü hak ettiğini düşünen fatih'in gözlerindeki şaşkınlık ve mahcubiyet; george anadilinde hızla konuşup fatih'in zırt pırt sözünü keserken, fatih'in türkçe vurgulu ingilizcesiyle laf yarıştırma gayreti... yani george, bence kesin haklısın; ama bula bula fatih'i mi buldun sinirini çıkartacak? videoyu izlerken içimden geçen, "fatih birol'a bak sen yahu nerelere kadar gelmiş helal olsun çalışkan adam demek ki, bak nasıl da terbiyesini saygısını hiç bozmuyor," diye içimden geçen düşünce şeridiyle ilgili ne yapmalıyım sizce? kesip atayım mı bunu, yoksa saklayıp büyüteyim mi?
"if you live in turkey, and if you feel like something's missing, yeah, probably that's why." david, "how come that you're not one of those turks who, uhm, who do not know much about and who deny, uhm..." dedikten sonra vermiştim yukarıdaki cevabı. verir vermez de pişman olmuştum. yine, yeni insanlarla tanışırken, bir çeşit cool görünme çabasıyla tutuştuğumu ve akıllı sözlerle puan toplama gayretinde olduğumu sezmiş, utanmıştım kendimden. oysa şimdi düşünüyorum da, bütün artizliğine rağmen, çok doğru bir laf edivermişim.
geçen sene birkaç defa çatalca'dan akşam trenine binip sirkeci'ye, oradan da galata'daki eve gitmiştim. hava karardıktan sonra çatalca'nın ıssız tren istasyonunda beklemek; bir o kadar ıssız ve tekinsiz istasyonlarla ışıksız tarlaların arasından trenin ritmik çıkırtısıyla geçip gitmek; treni ve içindeki herkesi olduğundan daha da fakir ve uykusuz gösteren loş beyaz ışığın altında, trakyalı çiftçiler ve memurlularla birlikte her penceresinde ay-yıldız etiketi bulunan kompartımanlarda bir buçuk saat yol almak; akşam saat on'a gelirken neon tabelalardan yansıyan ışıklarla aydınlanan boş sokaklarında, çirkin lahmacuncularında ve heyula gibi dikilen kirli iş hanlarında gündüzün kalabalık mutsuzluğunun izlerini taşıyan sirkeci'ye varmak; sonra karaköy'de o saatte içindeki bütün dükkanların kapalı olduğu, evsiz bir amcaya ve birkaç kediye yuvalık eden, çatlak kolonları ve basık tavanı ile malül yeraltı çarşısı'ndan geçmek; en son da kamondo merdivenleri'nin başında kafayı yukarı kaldırıp yokuşu ve kulenin ucunu görmek; öyle bir yılgınlıktı ki...
moris farhi ingilizce yazan bir türk romancı. romanları kadar, yıllardır uluslararası pen derneği'nin asbaşkanlığını üstlenmesiyle de biliniyor. 2004'te yayınlanan son romanı young turk'ün yeni baskısını almıştım, ama bitireceğimi ummuyordum. farhi pek benim tarzım bir yazar değil; inkılap veya remzi'nin kataloglarına yakışacak türden, tarih meraklısı, diyalogçu ve fazla iyimser bir dile sahip bir yazar. young turk, ikinci dünya savaşı sırasında ve hemen sonrasında istanbul'da geçen birbiriyle ilintili on üç ayrı anlatıdan oluşan bir roman. neredeyse hepsi çocuk karakterlerin ağzından anlatılan, istanbul'un çokkültürlülüğü ve renkliliğini nostaljiyle, atatürk'ü ve azınlıkların vatandaşlık bağıyla devlete bağlanıp kendilerini güvende ve evlerinde hissettikleri erken cumhuriyet dönemini özlemle, türlü türlü ayrımcılığı ve savaş karmaşasını kahırla anan anlatılar bunlar. genellikle yahudi cemaatinden istanbullular hikaye edilse de, türk, ermeni, kürt, rum, abaza, fransız kimi ararsanız var. roman, savaş sırasında istanbul'daki ikircikli durumu, yurtdışında akrabaları bulunanlardaki endişeyi, nazi'lerden kaçıp türkiye'ye sığınan yahudileri anlatarak başlayıp, varlık vergisi ile toplumdaki lümpenleşme ve hukuksuzlaşmaya dair hikayelerle devam ediyor. sonunda da, her biri türkiye'nin ayrı yerlerinden gelmiş çocukların robert kolej'in yatakhanesindeki mutlu arkadaşlıklarının siyasi çalkantılar dolayısıyla sona ermesinin, her birinin uzak köşelere savrulmasının ve içlerinden bir yahudi'nin önce nazım hikmet'in yurtdışına kaçmasına yardım edişinin, sonra da kendi kendisini ingiltere'ye sürgün edişinin hikayesiyle bitiyor, bu yer yer otobiyografik roman.
david hamalyan, filedelfiyalı bir ermeni. baba, zor çölünden halep'e yürümüş bir kız çocuğunun evladı, anneyse doğu ermenistanlı. ermenice konuşulan, bol bol batlıcan, bastırma, yalançı dolma yenen bir evde büyümüş, filedelfiya'da sovyet tarihi okumuş, bremen'e tarih mastırı yapmaya gelmiş bir "armenian-american". buradaki en yakın arkadaşım. bana rugby öğretmeye çok kastı ama beceremedi; kendisinin de o kısa boyu ve kavrukluğuyla nasıl o kadar iyi oynayabildiğini anlayabilmiş değilim. eh, ermeni kültürü, tarihi, soykırımı (ya da kıyım'ı, kırım'ı, tehcir'i! ne fark eder ki?) hakkında pek çok şey bildiğimi sanırdım, ama "so how do you say 'fuck off!' in armenian?" dediğimde, aylardır bu soruyu sormamı beklediğinden olacak heyecanla ve yüksek perdeden verdiği, "we say 'siktir!'" cevabının üzerine gülmekten ve şaşkınlıktan ağzımı çenemi toplamam bayağı uzun bir zaman aldı. "oh, we also say 'pezevenk' a lot. you know, armenians are such a nice people that we don't even have our own curses."
richard hagopian'ı da david'ten öğrendim. halbuki ömer faruk tekbilek ile ortak albüm bile yapmış, dünyaca ünlü bir ud virtüözü. david söyler söylemez eve gelip youtube'dan hagopian'ın videolarını izledim. kaliforniya'da doğup büyümüş bir amerikalının ud çalarak benimkinden de düzgün bir türkçe telaffuzla söylediği eğlenceli şarkıları, yani yazın çatalca'da cam açıkken bayırdaki düğünlerden sesleri gelen ve beni içten içe dans edip göbek atmaya davet eden o şarkıları dinlediğimde ve videolarında gerdan kırıp parmak şaklatan ermeni-amerikalıları gördüğümde; kamondo merdivenlerinin dibinde kafamı kaldırdığımdaki gibi; ve moris farhi'nin kalın kitabını yapacak onca işin gücün arasında kendime engel olamayarak okuyup bitirdiğim zamankine benzer bir ruh haline teslim oluverdim: yılgınlık.
sanırım melankoli'nin bir sonraki evresi bu. melankoli, bir kaybın ardından yaşanan, günlük hayata bağlılığın düştüğü geçici bir dönemse; yılgınlık da, melankolinin kolay kolay geçip gitmemesi, hırpalaması, bünyeyi yorması, aynı kayıplarla devamlı karşılaşmanın, yoklukla yüzleşip durmanın getirdiği bir çeşit bezmişlik. öylece bırakılıp gidilmiş konaklarla yağmalanmış dükkanların anısı ne kadar melankolikse, fener rum okulunun kıpkırmızı endamının karşısındaki çirkin ve devasa lise ile neve şalom'un önündeki dizi dizi korumalar o kadar yıldırıcı. tıpkı ıssız istasyonlar, loş trenler, eminönü'nün derme çatmalığı ve karaköy'ün akşamları çok fena kirli ve kimsesiz oluşu gibi. terkedilmiş köylerin, yıkık dökük kiliselerin hatıraları gibi. yine de fena cevap değilmiş david'e verdiğim: "if you live in turkey, and if you feel like something's missing, yeah, probably that's why..."
siz önce buyrun, hala okumadıysanız, nazım'ın akşam gezintisi'ndeki şu beş dizesini okuyun. sonra da hagopian'ı dinleyin. sonra da işte, ne bileyim. tarihi de batsın siyaseti de. o yüzden de işte, bu özür önemli biraz.
bakkal karabet’in ışıkları yanmış. affetmedi bu ermeni vatandaş kürt dağlarında babasının kesilmesini. fakat seviyor seni, çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri türk halkının alnına.
bundan altı yedi sene önce, radikal iki okuduğum bir pazar kahvaltısının ardından, babama yakında dünyada çok kuvvetli bir liberal-sol rüzgarın eseceğini söylemiştim. herhalde çeşitli grassroots hareketleriyle ilgili haberlerden etkilenip tavadaki son sucuğu çatallamadan önce ağzımdan çıkartıvermiştim bu lafı. aradan altı yedi yıl geçti ve öngörülemeyecek şey oldu, obama seçildi. fena tahmin değilmiş değil mi? ama maalesef bu tahminimi kayda almadığım için, hiçbir faydası yok. o nedenle yeni kehanetimi bu blog aracılığıyla siz değerli blogseverlerle paylaşıyor ve kayda geçiriyorum: beş seneye kalmaz türkiye'de de kuvvetli bir liberal-sol (eh, obama'nın solluğu tartışılır ama türkiye'dekininki tartışılmayacak) siyaset coşturacak meydanları. belki sadece wishful thinking diyecek geçeceksiniz. ancak düşünsenize; taraf gibi bir gazeteyi hayal edebilir miydik beş sene önce? derdim argüman geliştirmek falan değil; doğrudan kehanette bulunuyorum. tutarsa görürsünüz. zaten tutmazsa, vay halimize... ama argümansa, o da hazır: tunç'un gayet veciz biçimde belirttiği ve hepimizin tecrübeyle bildiği gibi, herşeyi son dakikaya bırakan, yumurta kapıya dayanınca aklı başına gelen bir milletiz kardeşim. o kadar.