05 Aralık 2008

yılgınlık ve özür ve kör olsası kasap beyoğlu'na gitti

"if you live in turkey, and if you feel like something's missing, yeah, probably that's why." david, "how come that you're not one of those turks who, uhm, who do not know much about and who deny, uhm..." dedikten sonra vermiştim yukarıdaki cevabı. verir vermez de pişman olmuştum. yine, yeni insanlarla tanışırken, bir çeşit cool görünme çabasıyla tutuştuğumu ve akıllı sözlerle puan toplama gayretinde olduğumu sezmiş, utanmıştım kendimden. oysa şimdi düşünüyorum da, bütün artizliğine rağmen, çok doğru bir laf edivermişim.

geçen sene birkaç defa çatalca'dan akşam trenine binip sirkeci'ye, oradan da galata'daki eve gitmiştim. hava karardıktan sonra çatalca'nın ıssız tren istasyonunda beklemek; bir o kadar ıssız ve tekinsiz istasyonlarla ışıksız tarlaların arasından trenin ritmik çıkırtısıyla geçip gitmek; treni ve içindeki herkesi olduğundan daha da fakir ve uykusuz gösteren loş beyaz ışığın altında, trakyalı çiftçiler ve memurlularla birlikte her penceresinde ay-yıldız etiketi bulunan kompartımanlarda bir buçuk saat yol almak; akşam saat on'a gelirken neon tabelalardan yansıyan ışıklarla aydınlanan boş sokaklarında, çirkin lahmacuncularında ve heyula gibi dikilen kirli iş hanlarında gündüzün kalabalık mutsuzluğunun izlerini taşıyan sirkeci'ye varmak; sonra karaköy'de o saatte içindeki bütün dükkanların kapalı olduğu, evsiz bir amcaya ve birkaç kediye yuvalık eden, çatlak kolonları ve basık tavanı ile malül yeraltı çarşısı'ndan geçmek; en son da kamondo merdivenleri'nin başında kafayı yukarı kaldırıp yokuşu ve kulenin ucunu görmek; öyle bir yılgınlıktı ki...

moris farhi ingilizce yazan bir türk romancı. romanları kadar, yıllardır uluslararası pen derneği'nin asbaşkanlığını üstlenmesiyle de biliniyor. 2004'te yayınlanan son romanı young turk'ün yeni baskısını almıştım, ama bitireceğimi ummuyordum. farhi pek benim tarzım bir yazar değil; inkılap veya remzi'nin kataloglarına yakışacak türden, tarih meraklısı, diyalogçu ve fazla iyimser bir dile sahip bir yazar. young turk, ikinci dünya savaşı sırasında ve hemen sonrasında istanbul'da geçen birbiriyle ilintili on üç ayrı anlatıdan oluşan bir roman. neredeyse hepsi çocuk karakterlerin ağzından anlatılan, istanbul'un çokkültürlülüğü ve renkliliğini nostaljiyle, atatürk'ü ve azınlıkların vatandaşlık bağıyla devlete bağlanıp kendilerini güvende ve evlerinde hissettikleri erken cumhuriyet dönemini özlemle, türlü türlü ayrımcılığı ve savaş karmaşasını kahırla anan anlatılar bunlar. genellikle yahudi cemaatinden istanbullular hikaye edilse de, türk, ermeni, kürt, rum, abaza, fransız kimi ararsanız var. roman, savaş sırasında istanbul'daki ikircikli durumu, yurtdışında akrabaları bulunanlardaki endişeyi, nazi'lerden kaçıp türkiye'ye sığınan yahudileri anlatarak başlayıp, varlık vergisi ile toplumdaki lümpenleşme ve hukuksuzlaşmaya dair hikayelerle devam ediyor. sonunda da, her biri türkiye'nin ayrı yerlerinden gelmiş çocukların robert kolej'in yatakhanesindeki mutlu arkadaşlıklarının siyasi çalkantılar dolayısıyla sona ermesinin, her birinin uzak köşelere savrulmasının ve içlerinden bir yahudi'nin önce nazım hikmet'in yurtdışına kaçmasına yardım edişinin, sonra da kendi kendisini ingiltere'ye sürgün edişinin hikayesiyle bitiyor, bu yer yer otobiyografik roman.

david hamalyan, filedelfiyalı bir ermeni. baba, zor çölünden halep'e yürümüş bir kız çocuğunun evladı, anneyse doğu ermenistanlı. ermenice konuşulan, bol bol batlıcan, bastırma, yalançı dolma yenen bir evde büyümüş, filedelfiya'da sovyet tarihi okumuş, bremen'e tarih mastırı yapmaya gelmiş bir "armenian-american". buradaki en yakın arkadaşım. bana rugby öğretmeye çok kastı ama beceremedi; kendisinin de o kısa boyu ve kavrukluğuyla nasıl o kadar iyi oynayabildiğini anlayabilmiş değilim. eh, ermeni kültürü, tarihi, soykırımı (ya da kıyım'ı, kırım'ı, tehcir'i! ne fark eder ki?) hakkında pek çok şey bildiğimi sanırdım, ama "so how do you say 'fuck off!' in armenian?" dediğimde, aylardır bu soruyu sormamı beklediğinden olacak heyecanla ve yüksek perdeden verdiği, "we say 'siktir!'" cevabının üzerine gülmekten ve şaşkınlıktan ağzımı çenemi toplamam bayağı uzun bir zaman aldı. "oh, we also say 'pezevenk' a lot. you know, armenians are such a nice people that we don't even have our own curses."

richard hagopian'ı da david'ten öğrendim. halbuki ömer faruk tekbilek ile ortak albüm bile yapmış, dünyaca ünlü bir ud virtüözü. david söyler söylemez eve gelip youtube'dan hagopian'ın videolarını izledim. kaliforniya'da doğup büyümüş bir amerikalının ud çalarak benimkinden de düzgün bir türkçe telaffuzla söylediği eğlenceli şarkıları, yani yazın çatalca'da cam açıkken bayırdaki düğünlerden sesleri gelen ve beni içten içe dans edip göbek atmaya davet eden o şarkıları dinlediğimde ve videolarında gerdan kırıp parmak şaklatan ermeni-amerikalıları gördüğümde; kamondo merdivenlerinin dibinde kafamı kaldırdığımdaki gibi; ve moris farhi'nin kalın kitabını yapacak onca işin gücün arasında kendime engel olamayarak okuyup bitirdiğim zamankine benzer bir ruh haline teslim oluverdim: yılgınlık.

sanırım melankoli'nin bir sonraki evresi bu. melankoli, bir kaybın ardından yaşanan, günlük hayata bağlılığın düştüğü geçici bir dönemse; yılgınlık da, melankolinin kolay kolay geçip gitmemesi, hırpalaması, bünyeyi yorması, aynı kayıplarla devamlı karşılaşmanın, yoklukla yüzleşip durmanın getirdiği bir çeşit bezmişlik. öylece bırakılıp gidilmiş konaklarla yağmalanmış dükkanların anısı ne kadar melankolikse, fener rum okulunun kıpkırmızı endamının karşısındaki çirkin ve devasa lise ile neve şalom'un önündeki dizi dizi korumalar o kadar yıldırıcı. tıpkı ıssız istasyonlar, loş trenler, eminönü'nün derme çatmalığı ve karaköy'ün akşamları çok fena kirli ve kimsesiz oluşu gibi. terkedilmiş köylerin, yıkık dökük kiliselerin hatıraları gibi. yine de fena cevap değilmiş david'e verdiğim: "if you live in turkey, and if you feel like something's missing, yeah, probably that's why..."

siz önce buyrun, hala okumadıysanız, nazım'ın akşam gezintisi'ndeki şu beş dizesini okuyun. sonra da hagopian'ı dinleyin. sonra da işte, ne bileyim. tarihi de batsın siyaseti de. o yüzden de işte, bu özür önemli biraz.

bakkal karabet’in ışıkları yanmış.
affetmedi bu ermeni vatandaş
kürt dağlarında babasının kesilmesini.
fakat seviyor seni,
çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri türk halkının alnına.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi