25 Ağustos 2009

şunlar çıktı

"it don't mean a thing if it ain't got that swing," ekolünden olduğum ve "en tehlikeli adam espri yapamayan adamdır," düsturunu bellediğim için, yılmaz özdil ve bekir coşkun gibilerinin, eh günlük hayatlarında muhtemelen kibar adamlar olduklarını da varsayarak, hoş karşılanması gereken, yaratıcı enerjilerini kendi kendisini yenilemeye yetmeyecek denli dar bir zeminden alan kimi düşünce ve yazı adamları olduklarını düşünür, hıyarlıklarının beni öyle pek rahatsız etmesine müsaade etmezdim.

bir sabah çıkmak güneşler aylar bir sabah çıkmak
bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek
Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum
Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe

ama, orada burada alıntılanan, ya da doğrudan okuduğum bazı yazılarıyla karşılaştım da... ahmet türk'ün türkçe konuşma biçimiyle dalga geçeninden, mahmur kampındakilere ya da kemal karpat'a açık açık hakaret edenine; yani iyice terbiyesizleşip bir de cehaletlerinden yana ar duygularını kaybetmiş olduklarını hissettiren yazılarına bakınca, her zamanki gibi, önce utandım, sonra öfkelendim. bu haftasonu ise ikisi birden sezen aksu'ya çatmış; bir tanesi "sen ne menem bir sanatçısın ki?" demeye vardıracak kadar hem de...
nihayet, özellikle özdil tombuluna, ama biraz da coşkun'a bakınca, ilkokuldaki ezberleriyle iyi niyetli öğretmenlerinin gözüne girmeyi ve hem kendilerini hem de orta sıralarda oturan arkadaşlarını kandırmayı başaran, daha sonra bu ezberciliğini hayatı boyunca sürdüren ama hayat neyse ki onların kandıramayacağı kadar karmaşık ve bu yüzden de güzel olduğu için duvara toslayan tipler görüyorum.
şöyle de bir sorun var malum, bu arkadaşlar herkese hakaret edebilir, ancak kendilerine hakaret edildi mi feci veryansın ederler. halbuki hakaret edilebilecek şey var, edilmeyecek olan var; yani bir kişiye şivesinden dolayı hakaret edilmez, kaçıp sığındığı bir göçmen kampındaki yaşam koşullarına hakaret edilmez, bilim adamına ürettiği bilimsel değer için, sanatçıya da sanatından dolayı hakaret edilmez. uzun uzun bunları argümanlaştırmaya değmez. ancak bir şahsa ideolojik tercihlerinden dolayı yapılan eleştiri, biraz ileri gidebilir. ideolojik yaklaşımlar nihayetinde ne seçilemeyecek ne de değiştirilemeyecek denli default verilerdir bir kimlikte. tercihtir işte, etnik kimliğe ve şiveye benzemez. birebir ideolojik tavırların seslendirildiği yazılar da, ne bilim adamının makalesi gibi profesyonellik kalkanıyla, ne de sanatçının eseri gibi duyarlılık kalkanıyla korumalıdır, eleştiriye açıktır yani. loş bir ışıkla aydınlatmak gerekirse; toktamış ateş'ten tombulum diye bahsedilirse ayıp olur, ama tombul yanaklarıyla köşe yazısının üstünden gülümsemeyi tercih etmiş yılmaz özdil'e tombulum demek caizdir. daha parlak bir ışık için; beğenmiyorsan çek git ne kadar kabul edilemez ve alçakça bir lafsa, bir şiveyle onun sahibini aşağılamak için dalga geçmek de, o kadar alçakçadır.
bunları niye yazdım, bilemiyorum, açıklama yapasım varmış. zaten bence amerika bu kürtleri laboratuvarda oluşturup incirlik üssünden oracığa salıveriyor.
bu haftaki radikal iki'de her çıkışın bir inişi var başlıklı yazı ilgi çekici ve bayağı haklı bir makaleydi. değişime ayak uyduranların, uyduramayanlara karşı nasıl kibirli olduğuna dair. ancak, hem her çıkışın bir inişi yok, hem de değişime ayak uyduramamak temel insani hissiyatlara ket vurmuşluktan ileri gelip, bir de üstüne diyalektik olarak karşında bulunana yalan yanlış hakaret etmeyi meşrulaştıracak denli kendinden geçme hakkı tanıyorsa kişiye, yok, o zaman değişimi biraz olsun kavramışa kibirlilik yaftası, eğer ki ayak uyduramayanlarla aynı üslup suçlarını paylaşmıyorsa, hele ki bireysel ve toplumsal varoluşu ile ekonomik varlığını değişime dayandırmıyorsa, fazla ağır kaçar.

bir de, kürkçü iyi yazmış kanımca: devlet aklı ve barış

geçen hafta zülfü livaneli çatalca'daydı, halk konseri için. zeynep de geldi, gittik. evden çıkıp, çatalca'nın, içinden bayır ve devasa yel değirmenlerinden mürekkep şahane bir manzara gözüken stadında binlerce kişiyle birlikte zülfü dinlemek bayağı güzel tabii. halk konseri, ayrıca mükemmel bir kavram. mesela yakındaki tekelden bir biracık alıp içsek mi diye geçirirken içimizden, zabıtalar bira içen bir genci uyarıp dışarı çıkarttı biz de vazgeçtik. ama herkes çekirdeklerini yere atarken ben bütün gece zeyno için elimde kabuk kesesi taşıdım, mesela zabıtaların bu durumu da ödüllendirmesi gerekmez miydi, bilemiyorum. zülfü'nün bir halk konserindeki dinleyici kitlesi de ayrıca hayatın ezbere gelmez karmaşıklığının güzelliğine dair seyretmeye değer bir şey. ama sonra eve yürüyerek dönmek daha da güzel. bir de kitap standı vardı 3 ytl'ye ayrıntı yayınları'nın kitaplarını satıyordu, inanılmaz. bir de beypazarı kurusu da satılıyordu. kardeşin duymaz el oğlu duyar.

edit. şu da çıktı: kürtçeyi hoş görmeyin!

4 yorum:

  1. pek güzel yazı olmuş, takipçiniz. ben de bekir coşkuna sabrımı daha ben çocukken, o sabah gazetesindeyken kaybetmiştim. türkiyedeki gazetelerde çok fazla köşe yazarı var.

    YanıtlaSil
  2. ben bir gazete açsam hiç köşe yazısı koymam yerine bloggerlar koyarım
    sen şu blogla nası meşhur olmadın hala, anlamış diilim :)
    ne zaman yolun buralara düşüyo, haber et

    YanıtlaSil
  3. el oğlu uygar ve el oğlu sinan.
    uygar sen kemalpaşa'nın sesi'nde hala yazıyor musun?
    ya sinan gazete açmayı bırak da, şu fotoları çektin mi ondan haber et! ben istanbuldayım zaten de, yoğunluktan pek dışarı çıkamıyorum, çevirmenlik yapıyorum inanılmaz sıkıcı bir iş.

    YanıtlaSil
  4. :) yok yazmıyorum artık o gazetede (adi ilk adımdı). finalleri falan bahane edip birakmistim gecen sene, bir seneye yakin yazdim ama.. senin de eger yerel basinla ya da oyle herhangi bir seyle ilgili yayinlamak istedigin bir seyler olursa yayinlariz soyle yeter (zaten dayimlar cikartiyor. hehe..)

    YanıtlaSil

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi