22 Kasım 2008

şeytanın ayak izleri

tanıdığın şeytan tanımadığına yeğdir.
eski bir deyiş


Uzun zaman önce, İskoçya’nın doğu kıyısındaki balıkçı kasabası Coldhaven’da yaşayanlar aralık ortasının karanlık sabahına uyandıklarında, yalnızca evlerinin hayatta en fazla bir iki defa görülebilecek o harikulade karın altında kaldığını değil, aynı zamanda onlar uyurken tuhaf bir şey olduğunu; düzenli olarak kiliseye giden iyi insanlar olarak anlatmaya dahi utanacakları türden; sadece şeytanlar, ruhlar ve görmezden geldikleri bütün o kötü güçler hakkındaki söylencelerde bahsedilecek kadar akılalmaz bir şeyin gerçekleştiğini fark ettiler. Coldhaven, şimdi nasılsa o zamanlar da öyleydi; denize inen sıkışık ve ıslak sokaklar ile arnavut kaldırımlı dar geçitler üzerindeki evlerden, bahçelerden ve dermeçatma tersanelerden oluşan mahcup bir karmaşa. O zamanki kasaba halkını; kendi inançları ve inançsızlıkları, kendi mantıkları, denizin gelgitleri ve hainlikleri hakkında sonsuz hatıraları ile yaşayan katı yürekli denizci insanlar; yani benim otuz küsur yıldır birlikte yaşadığım komşularımın dedeleri ve büyüanneleri oluşturuyordu. O eski insanların çocuklarının çocukları denizle aralarındaki bütün akrabalıklarını – her akrabalık gibi sevgi ve nefretle dolu olan - artık yitirmiş olmalarına rağmen, belli bir mesafeden az da olsa onları hala tanıyabildiğime inanırım. Belki yalnızca düş ürünüdürler, ancak ender de olsa o eski denizcilerin hayaletlerini, evlerinin yolunu ancak sislerin ve acımasız fırtınaların içinden geçerek bulmak zorunda kalan adamlar ile bakışlarıyla sadece haritalardan bildikleri uzak sahilleri ararken ufuğun da ötesini tarayan kadınların izlerini, onların vasat zekalı ve hep bir arada yaşamaya meraklı torunlarında gördüğümü düşünürüm. O kadınların sadece birkaç hayati an için geliştirdikleri, ancak zamanla bir önsezi ve kehanet yeteneğine dönüşen bu bakış, onlar için hem berbat bir yük, hem de zamanla alıştıkları sıradan bir kederdi. O bakışı, postane müdiresinin gözlerinde de - ne kullanabildiği ne de kurtulabildiği bir lütuf olarak - görmüştüm. Solmak üzere olan son izlerini, okula giden kızların ve genç evli kadınların gözlerinde, onlar günlük işleriyle meşgulken ya da bir felaketi beklerken, fark etmiştim.

O uzun zaman önceki kış sabahı, yataklarından erken kalkanlar, fırıncılar ve bakkallar, kömür getirmeye giden kadınlar, o gün balığa çıkmayacak olsalar da alışkanlık ve huzursuzlukla uyanmış olan adamlar, sonradan bütün kasabanın Şeytanın Ayak İzleri olarak – yabancılar ve kendi torunlarının inanılması güç ve ironik bulacakları bir adla - anacakları akılalmaz olayın ilk şahitleri oldular. Şeytanın Ayak İzleri; bir ilahinin ya da yağmurlu bir akşamüstü kütüphaneden alınıp sonradan zırvayla dolu eski bir safsata olarak anılacak bir kitabın başlığı gibi, ya da, eğer icap eder de telaffuz edilirse sadece değişmez bir kalıp gibi kullanılacak olan; sanki kendileri bulmamışlar da, ötelerdeki bilinmeyenlerden onlara gönderilmiş gibi dokunulmaz bir isim... Tıpkı, onlar uyurken, çatal biçimli ayaklarıyla, sadece sokaklarında ve geçitlerinde değil, duvarlarında ve çatılarında da dolaşıp dosdoğru bir yolu takip eden ve arkasında simsiyah izler bırakan yaratık gibi. Sonraları, rahat ve mutlu şekilde fırınlarına, mutfak lavabolarına ve balık ağlarına dönmelerini sağlayacak bir açıklama için bu akılalmaz hadiseyi incelerken, izlerin sahilde, kasabanın batı ucundaki küçük mezarlığın orada başladığını fark etmişlerdi. Yaratık sanki denizden çıkmış, henüz karın tutmadığı dar kumsalı geçmiş, sessizce ve ne yaptığını bilerek James Sokağı’nı aşmış, Shore Sokağı boyunca, kilisenin çatısına kadar çıkıp inerek, sonra da Coldhaven Wester ve Coldhaven Easter arasındaki yanığın üstünden geçerek, Cockburn Sokağı boyunca ve ardından Toll Geçidi’ndeki evlerin üstünden ve altından ilerleyerek, ötedeki kırlara ve kimsenin umursamadığı kadar iç taraflara doğru yol almıştı. O muntazam siyah izlerin ne kadar uzağa gittiğini asla bilememişlerdi, ancak karlar eridikten ve aksine hiçbir kanıt ortada kalmadıktan sonra emin olacaklardı ki, o izleri ancak bir canavar yapmış olabilirdi. Bu ayak izleri ne bir insana, ne deniz ne de bir kara hayvanına ait olabilir, demişlerdi. Keskin, çatallı ve karanlıktılar, yere sağlam basan hızlı ayakların – çabuk hareket ettikleri kanıtlanamasa da, reddedilemeyecek kadar açıktı – onların kıyı boyunca yerleşmiş dar kasabalarının içinden, kaçarcasına ya da korkunç ve esrarengiz bir şeyi kovalarcasına geçip giden bir şeye aitmiş gibiydi. Bütün bunların makul bir açıklaması olacağında, göğün altındaki her şeyin açıklanabileceğinde, çünkü yalnızca Tanrı’nın akıl ile kavranamayacağında ısrar edenler de olmuştu; ancak kasaba halkının çoğunluğu o izlerin şeytana – hiçbir zaman gerçek olarak kabul etmedikleri, ancak tam da böyle durumlar için akıllarının kenarında tuttukları bir kavram olan şeytana; yani öcüler, elfler ya da icabında Tanrı gibi - ait olduğunu söylemekten yana rahatsız olmamıştı.

Bunların hepsi söylentiden ibaretti elbette. Bu hikaye bana çocukluğumda ya anlatılmıştı, ya da ben muhtemelen bir yerlerden duymuştum. Birazını orada birazını burada öğrenmiş, sonra parça parça birleştirmiş, kendimce ayrıntılar ve yenilikler eklemiş, onu daha zengin, daha parlak, daha gizemli ve daha sağlam hale getirmiştim. Yani, uydurmuştum. O ayak izlerinin karla kaplı dar bir bahçeden geçtiğini ve balık etlerinin tütsülendiği dükkanlardan birinin damında dans ettiğini düşlemiş, onları vadinin her yerinde, Mrs Collings’in kulübesinin, Ceres’lerin yıkık evinin ve eski limonluğun orada takip etmiştim. Yatağının kenarındaki pencereden bakan bir erkek çocuğunu, Cockburn Sokağı’nda yaşadığımız yıllardaki yaşımda bir erkek çocuğunu aklıma getirmiş, onun günün ilk ışıklarında önce kar tanelerinin büyüleyici salınışını, ardından da derin siyah izleri fark edişini düşlemiştim. Şeytanın bacaların arasından yol alan, belki bir insan gibi değil, ama yine de melekle canavar, Ariel[1] ile Caliban[2] arası, bir canlı olduğunun hayalini kurmuştum. Aklımla onun ancak Noel Baba kadar, ya da Çocuklar için Resimli İncil kitabımdaki beyaz suratlı seraplar kadar gerçek olduğunu kavrasam da, bütün kalbimle onun hakikatine inanmakta direnmiştim. Hakkında soru sorduğumda okuldaki öğretmenler güç duruma düşmüş, gülerek geçiştirmeye çalışmışlardı; ancak bir seferinde, üçüncü sınıf öğretmenim Mrs. Heinz, açıklama zahmetine girmişti. Hikaye, buraların Hıristiyan olmadan evvelki zamanından kalma eski bir mitti. Kimilerine göre şeytan eski bir pagan tanrısı, kimilerine göre ise buralarda barınan Piktlerin ruhlarından biriydi; ve böyle hikayeler toprakla uğraşan çok eski halklara ve kıyıdan uzaktaki karanlık ormanlarda yaşayanlara ait olduklarından çok ender duyulagelirdi. Buralarda, suyun kenarında, hikayeler trow’lar[3], kelpy’ler[4], deniz canavarlari ve ağlara takılan yarı insan yarı balık tuhaf yaratıklarla ilgili olurdu. Eğer onların yalnızca hikaye olduklarını aklından çıkarmazsan, eski mitlerin hiçbir zararı yoktur, demişti. Sonra bana Yunan ve Roma Mitleri ve Efsaneleri isminde bir kitap vermiş, okumamı tavsiye etmişti. Okudum, ama benim aklımdaki başka bir şeydi.


[1] Shakespeare’in The Tempest isimli oyununun ana karakterlerinden, Yahudi – Hıristiyan mitolojisinde bir melek.
[2] Shakespeare’in The Tempest isimli oyununun kötü kalpli ana kahramanı.
[3] Kelt mitolojisinde, su kenarlarında yaşayan ve varolan en çirkin yaratıklar olduklarına inanılan hayali bir ırk.
[4] Kelt mitolojisinde, gövdesi ata benzeyen zararlı ve çok kuvvetli bir deniz canavarı.

bravo! john burnside'ın the devil's footprints'inin ilk bölümünü okudunuz. bu çeviri zor biter, siz en iyisi gidin kitabın ingilizce'sini alıp okuyun.

9 yorum:

  1. çeviri çok iyi, tebrikler. aslını okumadım gerçi ve ne kadar zamanını aldığını bilmiyorum ama çok iyi.

    YanıtlaSil
  2. dostum kitabın aslını okumadıysan iyi çeviri olduğunu nerden biliyosun? ama sen iyi diyosan iyidir her zaman destek (Y)
    tanku naber ?

    YanıtlaSil
  3. abi hepimiz kitap cikaralim, olmadi cevirmen filan o da olmadi djlige devam, o da olmadi karga'da toplanip bira icelim ya.

    YanıtlaSil
  4. ali teşekkür. emro ve hank, blog entrysini okumayıp buraya sırf yorum yapmaya geldiğiniz her halinizden belli! :) ama uzun entry de pek okunmaz yani haklısınız, mesela emro ben de senin sonuncuyu okumadım abi o uzun o ya.

    YanıtlaSil
  5. (olm adam kizdi, dagilin) pardon tanki

    YanıtlaSil
  6. emrahcım bi çevirinin iyi olup olmadığını anlamak için esasen aslını okumuş olmak yeterli ve hatta gerekli olmayabilir. kelimelerden keyif alabildiğin sürece ve okuduğun şeyin "o adam" tarafından yazıldığını (şimdiye kadar hiçbir zweig eserini de aslından okumadım ama o adamın kötü çevirisini 2 km'den tanırım görsem)kısa aralıklarla hissedebiliyorsan hiç sorun yok.

    gel bunu bi akşam kahve içerken konuşalım emrahcım.

    YanıtlaSil
  7. zweig (3 buyuk romancimdan biridir) in da kotu cevireleri var hakaten ya dipnot.

    YanıtlaSil
  8. alimay şimdi şakama vermiş olduğun şu ciddi cevapla beni tam bir odun konumuna soktun. teşekkür ediyorum
    tanku sana da şunu diyorum: beni hiç tanımamışsın dostum. post larının takipçisiyimdir. belirteyim
    alimay bi de zweig falan demişsin ya. (N)

    YanıtlaSil
  9. çeviri demişken:
    ben genelde "çevirisini okuycaama aslını okurum yeahh" diye göğüs geren biriydim. zaten bu yüzden de hiç alman yazar okumadım nasılsa bir gün aslını okurum diye. sonra buradaki böyle gayet şöhretli bi edebiyat profu benim zihimi açtı. adam, "niye yabancı dil öğreniyoruz ya, niye bütün dünyada yabancı dil öğrenme gazı var? ona harcadığımız emekle daha iyi şeyler yapabiliriz, nasılsa iyi çevirmenler var bu dünyada" falan dedi. hakkaten yani doğru ya niye öğreniyoruz abi. mesela ben bi türlü zweig okumadım bir gün almancasını okurum diye diye. ne salakça.

    YanıtlaSil

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi