29 Nisan 2009

Hareketsiz Akşam

Hava yağmurlu, otobüsler yine tıklım tıklımdı. İstiflenmiş İstanbulluların arasından, akbil bipbipleri eşliğinde arka tarafa doğru ilerledim. Islak montlardan, şemsiyelerden ve çantalardan yayılan koku otobüsün içindeki havayı iyice dayanılmaz kılarken, bir yeşerip bir soluyordu etrafımdakilere karşı sempatim. Şöförün yolculara para üstünü verişindeki ağırlığa, şu hengamede kitap okumaya çalışan çaprazdaki ineğe ve aynasını çıkartmış türbanını düzeltmekle uğraşan tipe sinir oluyordum. Annesinin kucağında camın buğusuna bir şeyler çizen süveterli oğlan, bir eliyle düşmemek için kayışa tutunup diğeriyle cep telefonundan mesaj gönderen şu genç kız, yanındakine pastil veren yakışıklı ihtiyar falansa, sevgi uyandırmışlardı içimde.
İstinye’den Beşiktaş’a doğru sahil yolunda ilerliyorduk. Yol her zamanki gibi dopdoluydu. Kendime orta kapının orada bir yer açtım, sırtımı cama dayadım. Otobüs bir sağa bir sola hunharca sallarken içindekileri, ben sabit durabiliyor, eve dönüşümün keyfini çıkarıyordum. Böyle sabit vaziyette, kulağımda sevdiğim türden bir müzik de varsa, otobüsü dolduran her yaştan yolcuya baka baka, üstelik Boğaz ve sahilde dolaşan, balık tutan, kestane ve mısır satan İstanbullular manzarama fon oluştururken, otobüste bir saat geçirmek çok da koymaz bana. Kendimi bir filmdeymiş gibi hissederim.
Otobüs dura kalka ilerler, genç kızın parmakları telefonunun üstünde hızlı hızlı hareket etmeye devam ederken, Bebek dolaylarında bir kırmızı ışığa yakalandık. Yağmur damlaları denizin üstünü deşiyor, dalgalar iyice yükseliyor, deniz kenarındaki taşlarda patlayanlar yola kadar köpük köpük taşıp arabalara kadar ulaşıyordu. Sabırsız taksiciler ve mesai bitkini sürücüler, otobüsümüzün arkasında sıralanmışlardı. Trafik ışıklarından, farlardan, stop lambalarından ve dükkan tabelalarından yansıyan kırmızı, sarı ve yeşillerin otobüs camlarında biriken damlacıklardaki akisleri beni yine mutlu ediyordu. İstanbul’un akşamüstü alacalığı otobüsün içinde renkli bir loşluk yaratıyor, filmime bambaşka bir hava katıyordu.
Kırmızı ışığın olağandan biraz daha uzun süre yandığını fark ettiklerinde, yolcularda bir kıpırdanma oldu. Evlerine dönmek için sabırsızlanan İstanbullular birbirlerinin kafalarının arasından ve omuzlarının üstünden dışarı bakmaya çabalıyor, homurdanıp şikayet ediyorlardı. Kitap okumaya çalışan tip sinirle kitabını kapatıp çantasına kaldırdı. Ben de kulaklıklarımı çıkartıp ne olduğunu daha iyi anlamaya çalıştım. Genç kız telefonunu cebine koydu, meraklı gözlerle dışarıya bakıp derin bir of çekti. “Niye yeşil yanmıyor kardeşim, gerçek mi bu ya?” diye arkalardan genç bir erkek sesi yükseldi.
Üç dakika geçti, ama yeşil ışık yanmadı. Otobüsün içinde cıkcık sesleri çoğalıyor, arka sıralardaki arabalardan gelen korna sesleri giderek yükseliyor, bu sesler de şöförün arkasında oturan yaşlı teyzenin mırıltısına ve sileceklerin ritmik gıcırtısına karışıyordu. Otobüsün hemen arkasındaki jipteki adam, birkaç defa uzunları yakıp söndürdükten sonra kornasına öyle bir abandı ki, annesinin kucağında çoktan derin mi derin bir uykuya dalmış olan o süveterli çocuk bir anda uyandı, ama ağlamadı. Kırmızı ışık, trafik lambasının en üstünde gururla parlamaya devam etti.
O sırada, ihtiyar bir çift otobüsün kapısını tıklattı. Burası durak değildi, biliyorlardı, hatta akşamüstü yürüyüş yapmak için çıktıklarından yanlarına para dahi almamışlardı, ama bir anda çok ıslanmışlardı, şöförbeyoğlum onları bir sonraki durağa kadar içeri alır mıydı? “Elbette anne,” dedi şöför; ihtiyarları içeri aldı. Genç kız bir an, muhtemelen böyle hoşluklara şahit olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, tebessüm etti.
Neredeyse beş dakika olmuştu. Otobüsün solunda, yine hemen trafik lambasının dibinde duran otomobil, daha fazla sabredemeyip gaza bastı ve kırmızı ışıkta geçmiş oldu. Elbette, arkasındakiler de onu takip etti ve bir anda otobüsün solundaki araçlar ilerlemeye başladı. Otobüsün arkasındakiler de şerit değiştirip otobüsün yanından geçip gidiyorlardı. Bir tek otobüsün hemen arkasında duran jip korna çalmaya devam ediyordu. Yine arkalardan bir adam, gereğinden daha yüksek bir sesle, “Kaptan, bas gaza hadi, beklemeyelim biz de,” diye bağırdı; artık türbanının düzgün durup durmadığını umursamayan kadın “belli ki bozulmuş ışık,” dedi; kucağında süpermarket poşetleri taşıyan bir kadın “hadi şöför bey biz de ilerleyelim artık,” diye seslendi; bir diğeri “kaptan ne bekliyorsun, hepimiz evimize gideceğiz,” dedi.
Otobüs şöförü ise, nedense, ne yolculara cevap veriyor, ne de gaza basıyordu. Arkadaki jipin sürücüsü sonunda manevra yapmayı becermiş, otobüsün yanından geçip gitmiş, giderken de uzun uzun kornaya basmıştı. Babacan tipli bir adam, kendisinden beklenmeyecek bir fevrilikle şöföre, “sağır mısın be adam, hadi ilerle” diye bağırdı. Yanındakine pastil veren o yakışıklı ihtiyar, “şöför bey bari kapıları açın da, isteyen insin yürüsün,” dedi. Şöför de hiç ikiletmeden üç kapıyı birden açtı. Yolcular, ilk anda ne yapacaklarını bilemediler. Belli ki cins bir şöföre denk gelmişlerdi işte; ama ne yapsınlardı, boğazına mı sarılsınlardı? Biri hala tatlı dille şöförü ilerlemeye ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
Birkaçımız hariç bütün yolcular, gönülsüzce, söylenip cıkcıklayarak, ya şöföre, ya trafiğe, ya kırmızı ışığa, ya da yağmura sessizce küfrederek otobüsten indi. Otobüs bir iki dakika içinde neredeyse tamamen boşaldı. Durak pek uzak sayılmazdı, çoğu oraya yürüyüp bir sonraki otobüsü bekleyecek, bazıları bu sırada sigara da içecekti. Beklemeye alışkınlardı nasılsa; üstelik bizim otobüsün havasızlığından sonra, hafif yağmurlu bir Boğaz havası tercih edilmeyecek şey değildi. En son, otobüse yeni binmiş olan yaşlı çift de birbirlerine kaş göz yapıp anlaşarak inince; geriye bir tek ben, şöför, hala ayakta duran o genç kız, bir de, daha önce otobüsün kalabalığından fark edemediğim, arkalarda bir yerde oturmuş ağzından salyalar akıtarak hırıltılar çıkartan ve dışarıya bakan yarım akıllı bir adam kaldı.
Yolcular inince, otobüsün içi gözüme deminki halinden daha küçük ve biraz da zavallıca gözüktü. Yerlerdeki çamur, lekeli koltuk kılıfları, tutunma demirlerindeki çakı kesikleri... Şöför, dikiz aynasından hepimize kısaca baktı ve kırmızı ışığın yeşile dönmeyeceğine emin oldu ki, otobüsün motorunu durdurdu. Nedense hala ayakta bekleyen genç kız, geçti koltuklardan birine oturdu. Homurdananların, küfredenlerin, korna seslerinin yokluğunda, sadece dalga ve silecek sesleri ile otobüsün yanından geçen arabaların vızıltısı duyuluyordu. Bir de, arka koltuklarda oturan adamın çıkarttığı sevimsiz hırıltı.
Orta kapının dibinde durarak biraz daha oyalandım. Başka türlü düşününce, otobüs sıcak ve sevimli gözüküyordu. Daha fazla beklememin saçma olduğunu fark edince; kulaklıklarımı taktım, müziği başlattım, otobüsün kapısının açılması için düğmeye bastım ve dışarı çıktım. Şiddetini biraz azaltmış yağmurun altında karşıya geçip eve doğru yürüdüm. Zaten tam bizim evin önünde durmuştu otobüs.

12 yorum:

  1. çok iyiymiş bu ya. hem olay enteresan hem de zaten anlatım müthiş. keyifle okudum vallahi.

    YanıtlaSil
  2. kadıköy'e gitmek için evin önünden otobüse binmiştim. şöför bana "birader yolu tarif etsene, nerde durak var bilmiyorum ben, yeniyim" demişti. adama kadıköy'e kadar "şurdan dön şurda dur" diye direktif vermiştim. benim bindiğim durağa kadar nasıl geldiğini ise hiç bir zaman öğrenemedim...

    YanıtlaSil
  3. çok teşekkürler arkadaşlar.
    öykünün, tedirgine'nin yazdığı bi öyküden apart olduğunu da belirteyim.

    YanıtlaSil
  4. o diil de hemingwayvari olmuşumsu gibi

    YanıtlaSil
  5. ahahh saol sinan yav.
    yani önceki öyküyü kimsenin beğenmediği, bunun daha iyi olduğu herkesin anlaştığı bir konu. weird.

    YanıtlaSil
  6. sinan, tankut'u illa hemingway yapicak anlasildi :)

    YanıtlaSil
  7. atilla dorsay'ın "1958 yapımı hoş bir melodram" demediği bir günü geçmediği gibi, "hemingway" lafı da sinan'ın mottosu oldu valla :)

    YanıtlaSil
  8. tankutu okuyunca aklıma geliyo hemingway ya, tabi bu benim edebiyata yeteri kadar hakim olmadığımdan da olabilir ama olsun :)
    seviyorum arkadaşımın yazılarını, gelmeyin üstüme

    YanıtlaSil
  9. estagfirullah sinan'cım, benimkisi zevzeklikten, haşa tariz yok :)

    YanıtlaSil
  10. ben ikisini de çok beğendim... bu hemingwayvari mi emin değilim ama diğeri salinger'di.

    YanıtlaSil
  11. ahahh güzel benzetmeler için teşekkür ederim kankiler. amerikan edebiyatı takılıyoruz bakıyorum. zaten benim 1950li 60lı yıllarda NY neyse, 2000lerde İstanbul da odur; gibi bi tezim var ama çok spekülatif, o yüzden uzatmıyım.

    YanıtlaSil

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi