29 Temmuz 2009

musiki bu 2

söz verdiğim gibi. 47 hikayecikten oluşan musiki bu'daki kısacalardan dört örnek aşağıda. iyi okumalar. kitap, bizim gyayıngrubu'nun geyikligece serisinden.


1
kırların ötesi olduğunu bilmez mi kişi, bilir elbet, ama bu bilgiye el sürmesini gerektirecek yaşantılarla sıkça karşılaşmaz.

"her nesnenin ötesi vardır" bilgisi kişiye rengini vermez, dünyada sayısız biçim olduğu görülür de her biçimi vareden temel 'maya'nın o biçimin tüm biçimlere olan mesafesi olduğuna dikkat edilmez, işte her nesnenin ötesi var, yaşamak sıcaklığı bu 'öte'nin kalıbı içinde görülür. "öte bilgisi"ne ulaşmak üzere biçimlere bakılıyor, ama nereden nasıl bakılırsa bakılsın herhangi besteyi biçimleyen "sessizlik parçaları"nın seslerin arasına nasıl uzaklık kattığı üzerine pek konuşulmaz, susulur o noktada, musikiye kulak verilir, "ah ne güzel başlıyor mesafe" denilir. o sırada hiç kimsenin aklına su içmek gelmez, teki bile çeşmeye gidip bardağını doldurmaya davranmaz, boş bardaklardan etrafa bakılır, etraf uzaklaşmakta, susuzluk boş bardağı dürbünleştirmektedir, bardağın boşluğuna sığan görünüm su değildir: musiki bu.




23
kum saatlerine bakın, çölü ne güzel özetliyor öyle değil mi? değil, aslına bakılırsa çölü özetlemiyor kum saatleri yaşamdaki değişimlerin aynı hızla düştüğünü gösteriyor, değil mi? bu bile değil belki, belki de sadece şu: kişi bakınca aynasızlığını kavrıyor, zamanın aynasızlık demek olduğunu kesin biliyor, bu da olmadı mı? olmadı, ama şu var işte: her kum tanesi nokta kadar, nokta kadar olmak değil de, nokta olmak ne kadar anlamlı görünüyor öyle değil mi, öyle değil: musiki bu.



27
kısımlar halinde yaratılmış insan: zamana değen yerleri kanlı imiş, mekana değen yerleri kaslı imiş, ölüme değen yerleri canlı imiş, dile getirebilirmiş insan hem varlığı hem yokluğu, hatta dile getirmeğe yok olanlardan başlamışlar, her ne ki zaman içre değilse onu aramışlar, bulamamışlar, dile getirmişler, dilin yetmediğini görünce ezgiye vardırmış akılları onları, ardından dili ezgiye vardırmak bilgisine erişmişler, ardından işitmekten dinlemeğe köprü kurmuş bilinçleri, sonra akılları şuna varmış: "her ölünün başına taş dikmeli," herkes bu buluşu düşünmeden kabul etmiş, ölülerini terk etmemeği öğrenmişler: musiki bu.


47
bütün gece dostu gencay'ı düşündü. memurluk sınavına hazırlanıyor gencay, başarmak istiyor. başarması için önünde engel yok. geçmişinin, durmadan şimdinin içine doğru geliştiğini görerek hem geçmişten hem şimdiden kurtulmanın hesaplarını yapmaktan kendini memurluk sınavına istediği gibi veremiyor. gencay için ne yapabilir, bunu düşündü. gencay'ın başarması için allah'la sabaha kadar konuştu. anlamlı konuşmanın ardından bir şeyleri eksik yaptığını düşünmeye başladı. biçimsiz bulduğu yaşlı ağacın gövdesini sırf gencay memurluk sınavını kazanabilsin diye okşadı. ileri gidip suratsızlığıyla meşhur papağana "anlam" kelimesini öğretmeye çalıştığı yarım saat. çok kötü küfürler eden iki çocuğa sakız verdi. gördüğü en pis köpeğe belirgin biçimde gülümsedi. bunlar da yeterli olmazdı. arabasını gencay'ın başarılı olabilmesi için yıkadı. gıcırdayan kapıyı menteşelerinden öptü. gencay'ın sınavı kazanması için son bir hamle kalmıştı, cesaretini toplayıp onu da yapmaya karar verdi: şehir meydanının en kalabalık olduğu an avazı çıktığı kadar bağırdı. "işte insanlar! işte! işitilmeyen bu, işte musiki bu!"

24 Temmuz 2009

musiki bu

şahane, eşsiz bir kitap. bu yaz okuduklarımdan en iyisi: ismail pelit - musiki bu.

alıntı yapmak istiyordum, ama neresini alıntılayacağıma karar vermek öyle zor oldu ki, alıntıyı haftasonu kitabı tekrar okuduktan sonra yapmaya karar verdim: musiki bu.

10 Temmuz 2009

transdisipliner

bu aralar doktor muhabbetlerine ve sağlık sektörü geyiklerine fazla girdim. hatta arada sinirim de fazla bozuldu. yazayım da kurtulayım:

sağlık sistemi bunca kötüyse, bu herşey gibi bir zihniyet sorunundan kaynaklansa gerek. doktorlar hastalarını büyük bir rahatlıkla cehalet ve pislikle suçlayabiliyor, onları müşteri olarak görebiliyorsa, bu formasyonlarındaki noksandan, tıbbi ilkelerini içselleştirmelerini sağlayacak bir etik/felsefi çerçeve geliştirmelerine olanak tanınmamış olmaslarındandır diyelim.
malum, toplum hayatına bilinçli olarak karışma ve müdahale etme zamanı geldiğinde, başarı için her yolun mübah olduğuna dair genel bir kanaatten öte hiç bir etiğin belletilmemiş olduğu bir eğitim sürecinden geçiyor milyonlar. dahası, bu eğitimi yaratan, sürdüren ve mümkün kılan bir kültürle çevrelenmiş ve bu kültürün bir parçası olmuş vaziyette.

nüfusunun önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığı bir ülkede, beşeri bilimlere, transdisipliner eğitime, felsefe kürsülerinin geliştirilmesine, ilahiyat fakültelerinin diğer bölümlerle entegrasyonundan falan dem vurmak, kimisine hariçten gazel okumak gibi gelir; normaldir. ancak aynı memleketin nüfusunun bir diğer bölümü bir eli yağda bir eli balda bir hayat sürüyor -ve buna rağmen mutlu olamıyorsa- işte orada beşeri bilimler ile; temel eğitim falan bir yana, profesyonel eğitim sürecinde transdisipliner unsurların yokluğunun ciddi bir etkisi var demektir.

şu nüansı da belirteyim; mohaç zaferi ve zigana geçidi'ni toplam dört beş sene okuyacağımıza, biraz felsefe falan öğrenseydik demiyorum; üniversite çağına gelindiğinde herkese antropoloji ve sosyolojiyle haşır neşir olma imkanı tanınabilse diyorum. küçükken zaten ha mohaç'ı ezberlemişsin ha kant'ı. o zamanlar yapılabilecek tek şey daha fazla oyun oynamak olsa gerek.

daldan dala atlayasım varmış.

08 Temmuz 2009

göz ve tin

Bu işlem özgürlüğü birçok gereksiz ikilemi aşma yolundadır şüphesiz; yeter ki arada sırada, nerede olunduğu belirlensin, aygıtın niçin burada işleyip başka yerde başarısız olduğu sorulsun; kısacası, bu akış halindeki bilim kendini anlasın, kendini ilkel ya da varolan bir dünyanın temelinde kurgu olarak görsün, ve kör işlemler için idealist bir felsefede "doğa kavramlarının" taşıdığı kurucu değer olma iddiasını ne sürmesin. Dünyanın, adsal tanımlamayla işlemlerimizin X nesnesi olduğunu söylemek, bilim adamının bilme durumunu mutlağa eriştirmektir - sanki olmuş olan ya da şimdi olan her şey sadece laboratuvara girmek için varolmuş gibi. "İşlemsel" düşünce, bir çeşit mutlak yapaycılık olmaktadır - sibernetik ideolojide görüldüğü gibi (burada insan yaratıları doğal bir bildirişim sürecinden türetilmektedir; bu süreç de insan makineleri modeline göre tasarlanmıştır). Eğer bu düşünce türü insanı ve tarihi yüklenirse ve, onlar konusunda temas ve konum yoluyla bildiğimizi bilmiyor gibi davranıp onları, -ABD'de düşkünlemiş bir psikanalizin ve kültüralizmin yapmış olduğu gibi- kimi soyut göstergelerden yola çıkarak kurmaya girişiyorsa ve böylece insan gerçekten, olduğu düşündüğü manipulandum olmaktaysa, o zaman insanla ve tarihle ilgili artık ne doğrunun ne de yanlışın kaldığı bir kültür düzenine, hiçbir şeyin uyandıramayacağı bir uykuya ya da kabusa giriliyor demektir. (28)

Aklın en yüksek noktası zeminin ayaklarımızdan kayışını mı fark etmektir; devam edilen bir şaşkınlık durumunu tumturaklı bir şekilde soruşturma diye mi adlandırmaktır, daire şeklinde yol alışı araştırma diye, tam olarak olmayanı Varlık diye mi adlandırmaktır? (80)

Göz ve Tin, Maurice Marleau-Ponty (fransızcası 1964; türkçesi 1996, Ahmet Soysal, Metis)

01 Temmuz 2009

çok uzaklarda bir yaz

mehmet açar edebiyata 90lı yıllarda başlayan yazarlarımız arasında en sevdiklerimden. anarşik rehavet dışarıvurumcu öykücülüğümüzün, siyah hatıralar denizi bilimkurgu edebiyatımızın, hayatın anlamı ise bir yaeı-anti-kahraman üzerinden postmodern türkiye'de günlük hayat karmaşasını nakleden ve sayıları gittikçe artan roman türümüzün tartışmasız en iyi örneklerindendi. çok uzaklarda bir yaz ise, 70lerden bu güne ülkemizin eğitimli sınıfının başından geçenleri bir aşk hikayesi içerisinden anlatan romanlarımız arasında en samimilerinden biri gibi duruyor. ama dilindeki aşırı nahiflik, baş kahramanın ablaklığı, duygusal değişimlere dair betimlemelerdeki sönüklük; esere gölge düşürüyor.
romanla ilgili benim en çok ilgimi çeken nokta ise, yirmi sene önce yazılmış iki ayrı roman ile benzerliği; ümit kıvanç'ın 'bekle' dedim gölgeye'si ve ömer madra'nın romanımla sana bir ses...'i. üç romanda da, arkadaşlarının gölgesinde kalan, eğlenmeyi, hayattan zevk almayı ve duygularını dışa vurmayı arkadaşları kadar iyi beceremeyen karakterlerin üzerinden anlatılagelir 80'lerde aşk, dostluk ve siyaset. üçlü/dörtlü arkadaş gruplaı da, tercihen iki/üç erkek ve bir kız, bahsettiğim romanların çekirdek kadrolarının vazgeçilmezleridir. bu, 80'li yıllar temsil edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan başlıca form, ya da 70'lerin sonu ve 80'lerin başındaki hayatımızın hatırlanışına özgü en belirgin durum olabilir mi?
tabii, çok uzaklarda bir yaz'ı okumak, benzer bir dönemi ele alan başka bir eserin yetkinliğini ve özgünlüğünü bir kez daha ortaya çıkarmış oldu: orhan pamuk'un sessiz ev'i. bir de, cem akaş'ın daha 1993'te yazdığı 7'sindeki sevişme sahnelerinin, erkek yazarların elinden çıkma romanlarımız arasındaki benzersizliğini nasıl olup da hala koruyabildiğini düşündürttü.

Birkaç alıntıyla bitirelim:

"Solcu bir dayısı ve plajda sürekli kitap okuyan bir annesi olan bir kızı bile hep Ali gibilere mi kaptıracaktım?" (59)

"1983 yazında Cem'le Bodrum Kalesi'ne karşı sigaralarımızı tüttürürken içten içe memleketin geleceğine damga vurmaya hazırlanan kişiler olduğumuzu düşünüyorduk ama generallerin sağladığı "huzur ve güven ortamında" abilerinin çektikleri acılar karşılığında hayatları bağışlanan küçük kardeşler olduğumuzu galiba hiç unutmayacak ve bunun vicdani muhasebesini hiçbir zaman tam olarak yapamayacaktık." (88)

188'nci sayfada başlayıp bitmez tükenmez şahane bir cümle var, ama onu şimdi yazamam çok uzun.

"Çınaraltı'ndaydık, aniden masada geri çekilip kollarımı kavuşturdum ve 'Macaristan'ı kapitalist bir ülke zanneden biriyle bütün bunları niye konuşuyorum ki?' dedim." (252)

"Hiç şaşırmamıştım. Mustafa gibi 70'li yıllarda siyasetle ilgisi olmayan daha birçok arkadaşımın AKP iktidarı sonrasında Aktatürkçülük ekseninde süratle politize olduklarını hatta AB karşıtı haline geldiklerini biliyordum." (264)

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi