masumiyet müzesi'nde kemal, füsun'ların evinden ayva rendesini çalmıştı. 12 eylül'ün ardından uygulanan kontrollerde polisler kemal'in arabasını çevirmiş ve yan koltuktaki ayva rendesini görüp "bu nedir?" diye sormuştu. kemal bir türlü cevap verememiş, ağzını açıp tek söz edememişti.
ayva rendesi, masumiyetti.
ama masumiyeti simgelediği için değil, böylesi eşsiz estetikte bir metaforun unsuru olduğu için bu blogun ismi "ayva rendesi".
"ne zamandır bir blog açmayı düşünüyordum," mealinde bir cümleyle başlamayan pek blog yok. eh, ben de gerçekten de bir blogum olsun istiyordum. ancak yazıya ayırdığı enerjinin çoğu ödeve ve öyküye giden bir fert olarak, blogu açıp sürdürememekten, sürdüremediğim onlarca şeyin yanına bir de blogu ekleyecek olma fikrini göze alamamaktan dolayı, blog mlog yazamam deyip kestirip atıyordum. hem, okunacak onca şey varken, yazmak niye?
sebebini ise biliyorsunuz işte: insan odasında tek başına sessizce oturmayı beceremez de ondan.
neustadtscontrescarpe 144'teki tek odadan mürekkep küçük evime yerleşeli iki ayı geçti. önüm park, parkın ötesi şehir merkezi. bremen almanya'nın en solcu ve savaştan en az zarar gören kentlerinden biri. okulum da yeşillikler içinde, güzel bir yer işte.
r'leri söyleyemediğimden ve taklit (mimicry) kabiliyetimi istanbul erkek yıllarındaki survival instinct'im ile çok küçük yaşta geliştirmiş olduğumdan olacak (oha itirafçı sayfasına dönüyor hemen toparlıyorum) almanca telaffuzum bayağı iyidir. ama tam da bu yüzden almancamın henüz akıcılaşmadığı ilk haftalarda acayip sorunlar yaşadım durdum. ağzımı açıp konuşmaya başlayınca önce beni alman sanıyorlar, eh tipi de benzetiyorlar herhalde, ama sonra ya tuhaf bir hata yapıyorum, ya da onların söylediklerini anlamıyorum ve bu sefer de bana, "bu herif şimdi alman mı, değil mi, yoksa salak mı?" diye bakıyorlar. eğer bu sorunu bir devlet dairesi, ne bileyim elektrik şirketi, postane ya da bankada falan yaşıyorsam, oralarda muhabbetin ilerleyen aşamalarında genellikle bir de kimliğimi göstermem gerektiğinden, sorunun kaynağı bir anda anlaşılıyor: "türk işte!"
aslında bu resmi işlemler sırasında karşılaştığım durum pek sorun sayılmaz. asıl sorunu, diyalog kurmaya çalışıp da beceremediğim zamanlardan birinde bir mağazadaysam yaşıyorum. çünkü, ya kıyafetlerimdeki, çantamdaki veya paltomdaki bir etiketten, ya da kanımda, kafamda veya ciğerimde bulunan bir metallikten dolayı, girdiğim mağazaların yüzde 30unun dedektörlerini öttürüyorum. mağazaya ilk girişte sorun yok, ama eğer telaffuzu düzgün grammatiki yanlış almancamla birkaç laf etmeye çalışıp sonra da mağazadan çıkarken alarmları öttürürsem sorun başlıyor. kırık dökük almancamla kendimi savunmaya kalkınca da kaşlar sertçe çatılabiliyor. mutlaka çantamı açmamı, sonra bir kez çantalı bir kez de çantasız olmak suretiyle dedektörlerin arasından geçmemi istiyorlar. daha ilk haftadan bir adet rossman, ansons isminde şık bi mağaza ve bir adet foot lockera bir daha adımımı atmamaya yemin etmiştim.
doğrusu genel olarak mağazalara girerken inanılmaz bir tedirginlik halindeyim. ya yine öttürürsem diye içim içimi yiyor. bir de, mesela bir mağazaya girdim ve alarmları öttürdüm. hemen gerisin geri dönüp alarmı tekrar öttürmek pahasına çarçabuk oradan çıkmak mı daha doğru, yoksa mağazada bir şeye bakıyormuş gibi yapıp birkaç dakika sonra oradan çıkmak ve belki bu sefer ötmez diye umutlanmak mı? bu salak sebeplerden dolayı bremen'de çok çehovyenim sevgili blogseverler.
sonunda kendime doğru düzgün bir palto aldım. en son beş sene önce güzel bir siyah palto almıştım ancak paltoyu o kadar seviyordum ki güneşli havalarda bile giyiyordum. bu nedenle de, tamamen naylondan olan palto genleşti de genleşti ve iki sene içerisinde palto benden çok çok daha hızlı büyüyüp genişledi ve giyilmez oldu. iki kış öncesini neredeyse paltosuz şekilde, kapşonlu hırkaları spor ceketlerle kombinleyerek, geçen kışı ise biraz ciks, tasarım harikası, bol renkli paltomla geçirmiştim. geçen kışı geçirdiğim paltomu çok seviyordum ama onun neşesi bremen'de asmalımescit'te durduğu gibi durmadığından ve yaklaşan kuzey kışının ilk belirtilerinin dürtmesiyle de, olmayan parama kıyıp kendime şık ve kalın bir palto aldım. ancak şimdi de bu paltonun içinde kendimi fazla ciddi, iş adamı kılıklı ve gereksizce yakışıklı hissediyorum. o kadar ki, trenlerde falan kontrolcüler biletimi sorduklarında öğrenci kartımı göstermeye utandığım oluyor. madem öğrencisin neden bu paltoyu giydin diye sormasından korkuyorum güleryüzlü biletçilerin. ayrıca, tamam benim jacobs university zaten biraz artist bir yer ama, şehirdeki devlet üniversitesine gittiğimde kendimi bir tuhaf hissediyorum. orada benim bir iki sene önceki hallerim gibi ceket ve kapşonlu kombinasyonlarıyla idare etmeye çalışan, kaufhoflardan indirimli indirimli alınmış montlarıyla takılan yaşıtlarımı görünce kendimi hain ve işbirlikçi gibi hissediyorum sevgili okurlar. anladınız siz, sadece çehovyen olsam iyi, aynı zamanda bremen'de çok çok gogolyenim sayın blogseverler.
batı almanya'nın her şehrinde olduğu gibi bremen'de de bolca türk var. resmi sayı 23 bin ancak gerçek sayı muhtemelen daha fazla. başıma iki defa aynı şeyin gelmesi çok düşündürücü. şöyle ki:
markette iki türk (muhtemelen anne kız) bir reyonun önünde kimi ürünlere bakmaktalar. ben de o reyona yaklaşıp, raflardaki ürünlere, ürünlerin fiyatlarına bakma gayesindeyim. ancak ben yaklaşır yaklaşmaz türkler raftaki ürünleri inceleme işlemlerini noktalandırıp olay mahallinden hızla uzaklaşma eğilimindeler. personal space konusunda ortalama bir batılıdan daha da hassas biri olarak, söz konusu ikiliye çok da yaklaşmadığımı takdir edersiniz herhalde. yani, neyin nesidir bu markette reyon önceliğini almanlara tanıyan yerli vs. misafir işçi ilişkisi acaba? hepimiz tüketici değil miyiz şunun şurasında?
neyse, lafı çook çok uzattım. ama bu akşam beni oturup bir şeyler yazmaya iten asıl hatıra bambaşka bir zamandandı. onu yazmadan geçmeyeyim. çünkü, bir anda, bu akşam nereden aklıma geldiğini şimdi çıkartamasam da, hatırlayıverdiğim ve yazmak istediğim bir an var zihnimde.
çatalca'da baharın gelmesiyle biraz da gönülsüzce ama ilginç bir görev duygusu ya da kerem'e veya annemannemlerin mahalledeki arkadaşlara ayak uydurma dürtüsüyle, bilgisayar başından kalkıp pazaryerinde, top sahasında ya da lisenin bahçesinde top oynamaya giderdim. çatalca küçük yer, herkes belediye başkanının çocuğu olduğumu bilirdi. maç yaptığımız çingeneler, komşu çocukları, liseli abiler falan herkes de davranışlarıyla bana çoğu zaman belediye başkanının çocuğu olduğumu hatırlatırlardı. bu öyle boğucu ya da engelleyici bir kalıp değildi, ama yine de kendini hissettirirdi.
o zamanlar toz toprak içerisinde olan top sahasında (ziya altınoğlu stadyumu diyesiler) sahanın enine yerleştirilmiş küçük kalelerle maç yaparken, daha önce çatalca'da görmediğim, ya türkçesi biraz bozuk olan ya da aklı biraz acayip çalışan sarışın, sıska ve hepimiz tişört giyerken ceketiyle futbol oynayan bir çocukla aynı takıma düşmüştüm. maçın hemen başında iki tane gol yiyince çocuk gelmiş, şakalaşarak karnımı çimdirmiş ve çok hızlı ve aksanlı biçimde, "fuzuliden iki tane gol yedik be şişko," demişti. şimdi o iki golü tam olarak nasıl yediğimizi hatırlamasam da, daha teorik ve soyut bir düzlemde sıska çocuğun kesinlikle haklı olduğunu anlıyorum.
"fuzuliden iki tane gol yedik be şişko."
"fuzulidenikitanegolyedikbeşişko."
fuzulidenikitanegolyedikbeşişko