16 Şubat 2009

dilenci arkadaşlar

geçen sene yine gecenin köründe biraz da ürkerek tünel'den galata'ya inerken, saçları ağarmış, orta yaşlı, gözlüklü, bıyıklı, yoksul görünüşlü bir adam yolumu çevirdi. "evladım ben senin baban yaşındayım. seni şimdi allah gönderdi." diye başladı. anlaşıldı, para isteyecek.
"yaptık bir delilik. anlaşmış bunlar polisle. yaptık bir delilik. ah taş kafa ah. niye geldim ki buralara?"
"aman sakin olun ne oldu?"
"emekli ilkokul öğretmeniyim ben. benim senden büyük iki evladım var. ikisi de hukuk okudu. biri üniversiteyi yeni bitirdi. yaptım bir delilik bu yaşta."
"söyleyin hocam ne oldu?" (hemen 'hocam'a geçtim fark ettiğiniz gibi)
"bu yaşıma geldim bir kez olsun yapayım dedim. bir girdim meğerse polisle anlaşmalıymış bunlar. soyup soğana çevirdiler beni."
falan filan. anlaşıldı ki zürafa sokak'a gelmiş, sonra nasıl olduysa bunun cüzdanını falan çalmışlar, beş parasız bırakmışlar. gecenin bu saatinde mimaroba'ya dönmesi gerekiyormuş. burada kalakalmış. saatlerce ağlamış falan.
cüzdanımdan 10 lira çıktı. iyi ki sadece o kadarım varmış. yoksa, angut gibi, daha fazla da verebilirdim yani. parayı verince adam neredeyse elimi öpecekti. "iyi geceler hocam," falan diyerek vedalaştım; içim rahat bir şekilde yokuşu inip evime girdim.
bu başıma geldiğinde herhalde ekim kasım ayı falandı. sonra aynı adamı, kış boyunca, kule civarında, otoparkın orada, yokuşlarda, ara sokaklarda; gözlükleri, bıyıkları, naylon kumaştan ucuz yağmurluğu ve bazen takıp bazen çıkardığı enine çizgili beresiyle üç beş defa daha gördüm. her seferinde bir delilik yapıp zürafa sokak'a gelip polisle anlaşmalı olan birilerine parasını çarptıracak değil ya!

geçen hafta berlinale'nin en canlı yaşandığı potsdamer platz'da kahve içiyordum. alışveriş merkezi kılıklı binaların ortasında, birkaç sinema kompleksine açılan bir meydan burası. şık, sevimli ve keyifleri yerinde sinemaseverler, ya benim gibi kahve içiyor, ya da sohbet edip karınlarını doyuruyorlardı. derken genç, yüzü gözü kıpkırmızı, üstü başı pis, burnu sümüklü ve sesi kısık biri, "ein euro bitte" diye diye insanların arasından geçerek yakınımda belirdi. genelde bütün berlinaleciler onu görmezden geliyordu; ama ben, böylelerini görmezden gelemediğim için, şimdi ne yapsam, param da çok az, bu sefer vermeyeceğim falan diye içimden geçirmeye başladım. tam benim yanıma gelip "ein euro bitte," dediği anda da, gergin bir "nein" çıktı ağzımdan. halbuki ne "nein"ı di mi? duymazlıktan gel olsun bitsin. dilenci de şaşırdı bu duruma tabii. ne desin, haklı olarak "aber warum?" dedi. ama neden?

işte bu konularda ve böyle durumlarda tutarlı bir strateji belirlemek istiyorum.

8 yorum:

  1. Sen facebook'ta da ignore tusunu hic kullanmiyosundur Allah bilir
    Bu is karsilikli sabir testi, kim once bayarsa oburu kazaniyo, maalesef tek strateji. Benim yaptigim bir baska birsey de sadece bir aktivite yapanlara para veriyorum, muzik caliyosa bilmem ne yapiyosa fln...

    YanıtlaSil
  2. Stockholm'ün en çok şaşırdığım tarafı dilencileri. Aslında dilencisi, çünkü sadece bir tane gördüm. Kadına ara sıra metroda rastlıyorum. Normal sesiyle para istiyor -istemekten çok talep edermiş gibi, dilenmek bir kenara. Sonra insanlar metroda oturdukları yerlerden kadına para vermek üzere kalkıyorlar. O da insanları, kasiyere fişini verdiği için teşekkür edermişçesine soğukça tack'lıyor. Minnet-kendini iyi hissetme alışverişinden eser yok. Böyle de bir memleket.

    YanıtlaSil
  3. sene 99. orta 2 deydim. o zamanlar kadıkö.. neyse çok uykum geldi yarın anlatırım tankucum

    YanıtlaSil
  4. neyse tankucum. sene 99 demiştim. orta 2 deydim. o zamanlar kadıköyde tramvay yoktu. hatta tramvay yolunun boğaya yakın bir bölümünde kocaman bir süs havuzu vardı. insanlar buluşmak için orayı mesken ederlerdi.
    bu 99 senesinde kadıköy'de özellikle bahariye ve rıhtımdaki hasırların bulunduğu yerde elini sallasan boyacıya ya da tinerciye ya da her ikisine denk geliyordu. tabi okullarda da sürekli bi "arkadaşın arkadaşını çevirmişler, beyaz adidaslarını siyaha boyayıp 20 ytl (o zaman büyük para) almışlar" efsaneler dönüyordu. tabi ben istanbula taşınalı yaklaşık bir ay olduğu için bu tarz muhabbetlere henüz maruz kalmamıştım.
    neyse biz de bir haftasonu arkadaşla kadıköye gitmeye karar verdik. nası bi kafaysa "kahpe bizans" a gidecektik.
    ben o bahsettiğim havuzun başında arkadaşı beklerk..

    tanku valla şimdi farkettim bu hiç de ilginç bi anı değilmiş sktiret hiç zamanını almayalım insanların
    hadi kendine iyi bak

    YanıtlaSil
  5. ilginç gidiyodu ya. sana güveniyorum emrah, sen bitirirsin bu hikayeyi de. ha gayret!

    YanıtlaSil
  6. volkan yav, önce dilenci kadının o soğukluğunun işte kuzey mesafeliliği ve böyle acıma merhamet cart curt duygularının gelişmemişliği ie ilgili olduğunu düşündüm. ama sonra dedim ki, yani aslında bremen hamburg falan da insanların soğukluğu, kabalığı ve bireysellikleri açılarından oralarla o kadar benzeşiyor ki, buralardaki dilencileri düşününce bariz bir farklılık olduğu aklıma geldi ve neyse toparlayamadım. şöyle yani, mesela bremen'de dilenciler "entschuldigen Sie bitte, haben Sie vielleich ein euro?" diyorlar. ben bunu ilk duyduğumda içimden espri yapıp, ulan gavurun dilencisi bile ne kadar kibar baksana para isterken bile "özür dilerim, acaba bir öronuz var mı?" falan diyor diye geçirmiştim. sonra orada burada insanların züper kabalıklarını fark edince, bremen'deki durumu anladım. burası bir açıdan bayağı fakir bir kent. o yüzden de dilencilik piyasasında büyük rekabet var. dolayısıyla, müşteri memnuniyeti hesabı, dilenciler de onlara para verenlere ayrı bir kibarlık gösteriyor.
    stokholm'e dönecek olursak da, söylemek istediğim, kadının dandukalığı aslında dilencilik piyasasındaki tekelliğinden de kaynaklanıyor olabilir. nasılsa ondan başka dilenci yok, o yüzden de rekabet içerisinde değil!
    yani, belki de durumun kuzeyli soğukluğuyla ilgisi yoktur. tabii bu da çok ekonomik şartlanmalı bir yorum oldu. zaten bu yorumu ne kadar ciddiyetle yaptım onu bile bilmiyorum.

    YanıtlaSil
  7. çok önemli gibi görünmese de devamlı güncelliği ve fikre düştüğünde insanın ruhunu sikertmesi açısından baya ciddi bi mesele bu. ya hep vericeksin/ya asla bişey vermeyeceksin stratejisi, barındırdığı tutarlılık nedeniyle en az rahatsızlık verecek yola benziyo. yani bunu bir kere dert edinmişsen, hangi yolu seçersen seç ömür billah düşünüp duracaksın; o konuda yapacak pek birşey yok ama konu tutarlı bi strateji izleme yoluyla vicdan azabını hafifletmekse, böylesi bi yol seçmek daha akla yakın gibi.

    YanıtlaSil
  8. dilenci tekeli teorisine baya güldüm burda ahah. "kardeşim şimdi verdin verdin, veremedin elinde sadakanla beni bi daha göreceğin zamana kadar dönüp dolaşırsın."
    haklı olabilirsin ama, öyle ya da böyle kadının kırılıp acındırma nöbetlerine girmesine gerek kalmıyor, zürafa sokak piyesleri ise aklının ucundan bile geçmiyordur.

    YanıtlaSil

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi