26 Aralık 2009

tschüss!

23 Aralık 2009

ästhetik

Clive Bell'in Art'ından (1912):

At the risk of becoming a bore I repeat that there is something ludicrous about hunting for characteristics in the art of to-day or of yesterday or of any particular period. In art the only important distinction is the distinction between good art and bad. That this point was made in Mesopotamia about 4000 B.C., and that picture in Paris in 1913 A.D., is of very little consequence.

şu significant form muhabbetleri. ilk okuduğumda hem salakça bulmuş, hem de sinirlenmiştim. ama hem salakça bulunacak hem de sinirlendirecek türden çelişkili izlenimler yaratan her yargı gibi, kafamın bi yerinde tıngırdamaya devam etti durdu. şimdi ise neredeyse buna hak verecek durumdayım. yaşlanıyor muyum nedir?

19 Aralık 2009

şöyle şöyle

çalışma masamı sattığımdan beri cam önündeki ufak yuvarlak masada çalışıyorum. kar yağdığından, daha güzel oluyor böylesi. beş küçük apartmanın arka taraflarının baktığı bir boşluk. karşı apartmanın birinci katında oturan yaşlı kadın arada arka balkonuna çıkıp bir şeyler silkeliyor ya da balkonundaki karları süpürüyor. her seferinde tam karşısında beni görüyor, ama selamlaşmıyoruz.
yarın ev sahibi gelecek. bir de yeni kiracı. benim buradaki son haftam ve hayatımın son üç finali. yine sabaha doğru birşeyler çiziktirip göndereceğim herhalde, şimdilik aklıma yazacak pek birşey gelmiyor. bir tanecik werder maçına gidemedim, ona yanıyorum. bir de, meğer bremen'in çikolatacısı hachez'in evimin dibinde fabrika satış mağazası varmış, ben gidip gidip kent merkezindeki şık cholocaterie'lerinden alıyordum salak gibi, ona da yandım. bir de çıkıp iki bira alayım sabaha doğru paper'ım bitince kendimi ödüllendiririm demiştim, gidip yanlışlıkla alkolsüz bira almışım.
ama son günlerde süper filmler izledim:
atom egoyan - where the truth lies (2005)
jim jarmusch - limits of control (2009)
nicole kassell - the woodsman (2004)
erik poppe - deUsynlige (2009)

bir de ufak bir ece ayhan pastişi:
düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur
ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri?

13 Aralık 2009

art world

Despite exhaustive research, however, I still find the art world fascinating. One reason is no doubt that it is tremendously complex. Another relates to the way this sphere blurs the lines between work and play, local and international, the cultural and the economic. As such, I suspect it indicates the shape of social worlds to come. And even though many insiders love to loathe the art world, I have to agree with Artforum publisher Charles Guarino: "It's the place where I found the most kindred spirits - enough oddball, overeducated, anachronistic, anarchic people to make me happy." Finally, it must be said that when the talk dies down and the crowds go home, it's bliss to stand in a room full of good art.

Thornton, Sarah (2009) Seven Days in the Art World, p. xix

12 Aralık 2009

futbol

In our own time, one of the most popular, influential branches of the culture industry is unquestionably sport. If you were to ask what provides some meaning in life nowadays for a great many people, especially men, you could do worse than reply 'Football'. Not many of them, perhaps, would be willing to admit as much; but sport, and in Britain football in particular, stands in for all those noble causes - religious faith, national sovereignty, personal honor, ethnic identity - for which, over the centuries, people have been prepared to go to their deaths. Sport involves tribal loyalties and rivalries, symbolic rituals, fabulous legends, iconic heroes, epic battles, aesthetic beauty, physical fulfilment, intellectual satisfaction, sublime spectaculars, and a profound sense of belonging. It also provides the human solidarity and physical immediacy which television does not. Without these values, a good many lives would no doubt be pretty empty. It is sport, not religion, which is now the opium of the people. Indeed in the Christian and Islamic fundementalism, religion is less the opium of the people than the crack of the masses.

Eagleton, Terry (2008) The Meaning of Life, Oxf Uni Press

11 Aralık 2009

torunlar

Komşu tarladan bir kadın seslendi. "Cafer, arkadaşın kimlerden?" dedi. Cafer bilmiyor tabii, ben söyledim işte, "... Mahallesi'nden Bedriye'nin oğluyum." "Gavur kızı Bedriye'nin mi?" dedi. Ben bir allak bullak oldum.

Artık ölmeye daha yakın, yaşlandı, daha rahat konuşuyor. Ölüm korkusu çok etkili bir şey galiba, sürekli bize şöyle diyor mesela: "Biz onların hiçbirinin evinden bir şey almadık." "İnşallah almamışsınızdır," diyorum. Çünkü o vicdanla yaşayamamak az buz şey değil. "Yok," diyor, "almadık ama koruyamadık da."

Bir gün hatırlıyorum, böyle sakin bir gün, halam büyükanneme, "Ne olur bir anlatsan nereden geldin, ne yaptın?" dedi. Biz evde Zazaca konuşurduk, büyükannem de Zazacayı çok güzel öğrenmişti. Elini böyle başının tepesine koyarak Zazaca dedi ki: "Tırnak bulamasınlar kendilerini kaşımaya. Hepimizi birbirinden ayırdılar." Bunu şimdi size anlatırken tepemden sanki alev çıkıyor...


Altınay & Çetin (2009) Torunlar Metis: İstanbul, s. 90, 155, 118

10 Aralık 2009

boyhood

That is how the questioning always works. At first it may wander here and there; but in the end, unfailingly, it turns and gathers itself and points a finger at himself. Always it is he who sets the train of thinking in motion; always it is the thinking that slips out of his control and returns to accuse him. Beauty is innocence; innocence is ignorance; ignorance is ignorance of pleasure; pleasure is guilty; he is guilty. This boy, with his fresh, untouched body, is innocent, while he, ruled by his dark desires, is guilty. In fact, by this long path he has come within sight of the word perversion, with its dark, complex thrill, beginning with the enigmatic p thah can mean anything, then swiftly tumbling via the ruthless r to the vengeful v. Not one accusation but two. The two accusations cross, and he is at their point of gunsight. For the one who brings the accusation to bear on him today is not only light as a deer and innocent while he is dark and heavy and guilty: he is also Coloured, which means that he has no money, lives in an obscure hovel, goes hungry; it means that if his mother were to call out "Boy!" and wave, as she is quite capable of doing, this boy would have to stop in his tracks and come and do whatever she might tell him (carry her shopping basket, for instance), and at the end of it get a tickey in his cupped hands and be grateful for it. And if he were to be angry with his mother afterwards, she would simply smile and say, "But they are used to it!"

Coetzee, J.M. (1997) Boyhood Vintage: London, p. 60-61

Seyyid Hasan

Akşam yemeklerine katılanlara ilaveten, Seyyid Hasan sık sık da yenilip içilenlerin listesini veriyor. Hatta, günce yazarı olarak hamaratlığı tuttuğunda, önce kişileri ismen sıralıyor, sonra isimlerin yanına birer numara koyarak kaç kişi olduğunu belirtiyor, sonra menüyü de aynı biçimde, her bir kalemi numaralayarak sayıp döküyor - yaşamını oluşturan şeylerin çetelesini tutmakla ilgili, hiç kuşkusuz günce yazmasına da ön ayak olan bir saplantının belirtileri bunlar. Fakat günce yazarımızın yeyip içtiklerini kağıda geçirmekte gösterdiği bu gayretkeşliğin başka, muhtemelen daha basit bir sebebi de vardı: onun yemek yemeği sevdiği ve önemsediği anlaşılıyor. Turfanda bir meyve ilk çıktığında bunu not etmeye değer buluyor; aynı şekilde, baharda kuzu etini ilk kez nerede ve ne zaman yediğini anmadan edemiyor. Sokakta satılan lezzetli yiyecekler, mesela nane turşusu, onu tarikat adabının buyruğunu göz ardı edecek kadar cezbediyor: "kadir oldukça çarşu ta'amun yimeye".
[...]
Şu hayatta, nisbeten rahatça yaşamak nasip olmuşsa insana, eş dostla yarenliğin tadını çıkarmaktan daha önemli ne olabilir? der gibidir tavrı. Seyyid Hasan'ın benzersiz bir bilgelik ya da bir felsefi içgörü sahibi olduğunu söylemek istiyor değilim; aksine, güncesinde felsefi düşünmeye herhangi bir eğilim, ya da eleştirel bir bilinç görülmez. Onunkisi son derece kesin hatlarla tanımlanmış, kendisi için nisbeten sorun oluşturmayan bir dünyadır. Bu dünyada, bir yandan tevarüs edilen toplumsal ve zihinsel tavırlar, bir yandan da kurumsallaşmış, toplumla kaynaşmış, parasal açıdan güvenli bir dergah hayatı ağır tempolu, mücadeleci olmayan bir varoluşu mümkün kılmış, bu da bireyi, kendini kurcalamaya yol açacak bir kişilik bilincine sevketmiştir.

Kafadar, Cemal (2009) Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, İstanbul: Metis, s. 63, 66.

başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi