23 Aralık 2009
ästhetik
At the risk of becoming a bore I repeat that there is something ludicrous about hunting for characteristics in the art of to-day or of yesterday or of any particular period. In art the only important distinction is the distinction between good art and bad. That this point was made in Mesopotamia about 4000 B.C., and that picture in Paris in 1913 A.D., is of very little consequence.
şu significant form muhabbetleri. ilk okuduğumda hem salakça bulmuş, hem de sinirlenmiştim. ama hem salakça bulunacak hem de sinirlendirecek türden çelişkili izlenimler yaratan her yargı gibi, kafamın bi yerinde tıngırdamaya devam etti durdu. şimdi ise neredeyse buna hak verecek durumdayım. yaşlanıyor muyum nedir?
19 Aralık 2009
şöyle şöyle
yarın ev sahibi gelecek. bir de yeni kiracı. benim buradaki son haftam ve hayatımın son üç finali. yine sabaha doğru birşeyler çiziktirip göndereceğim herhalde, şimdilik aklıma yazacak pek birşey gelmiyor. bir tanecik werder maçına gidemedim, ona yanıyorum. bir de, meğer bremen'in çikolatacısı hachez'in evimin dibinde fabrika satış mağazası varmış, ben gidip gidip kent merkezindeki şık cholocaterie'lerinden alıyordum salak gibi, ona da yandım. bir de çıkıp iki bira alayım sabaha doğru paper'ım bitince kendimi ödüllendiririm demiştim, gidip yanlışlıkla alkolsüz bira almışım.
ama son günlerde süper filmler izledim:
atom egoyan - where the truth lies (2005)
jim jarmusch - limits of control (2009)
nicole kassell - the woodsman (2004)
erik poppe - deUsynlige (2009)
bir de ufak bir ece ayhan pastişi:
düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur
ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri?
13 Aralık 2009
art world
Thornton, Sarah (2009) Seven Days in the Art World, p. xix
12 Aralık 2009
futbol
Eagleton, Terry (2008) The Meaning of Life, Oxf Uni Press
11 Aralık 2009
torunlar
Artık ölmeye daha yakın, yaşlandı, daha rahat konuşuyor. Ölüm korkusu çok etkili bir şey galiba, sürekli bize şöyle diyor mesela: "Biz onların hiçbirinin evinden bir şey almadık." "İnşallah almamışsınızdır," diyorum. Çünkü o vicdanla yaşayamamak az buz şey değil. "Yok," diyor, "almadık ama koruyamadık da."
Bir gün hatırlıyorum, böyle sakin bir gün, halam büyükanneme, "Ne olur bir anlatsan nereden geldin, ne yaptın?" dedi. Biz evde Zazaca konuşurduk, büyükannem de Zazacayı çok güzel öğrenmişti. Elini böyle başının tepesine koyarak Zazaca dedi ki: "Tırnak bulamasınlar kendilerini kaşımaya. Hepimizi birbirinden ayırdılar." Bunu şimdi size anlatırken tepemden sanki alev çıkıyor...
Altınay & Çetin (2009) Torunlar Metis: İstanbul, s. 90, 155, 118
10 Aralık 2009
boyhood
Coetzee, J.M. (1997) Boyhood Vintage: London, p. 60-61
Seyyid Hasan
[...]
Şu hayatta, nisbeten rahatça yaşamak nasip olmuşsa insana, eş dostla yarenliğin tadını çıkarmaktan daha önemli ne olabilir? der gibidir tavrı. Seyyid Hasan'ın benzersiz bir bilgelik ya da bir felsefi içgörü sahibi olduğunu söylemek istiyor değilim; aksine, güncesinde felsefi düşünmeye herhangi bir eğilim, ya da eleştirel bir bilinç görülmez. Onunkisi son derece kesin hatlarla tanımlanmış, kendisi için nisbeten sorun oluşturmayan bir dünyadır. Bu dünyada, bir yandan tevarüs edilen toplumsal ve zihinsel tavırlar, bir yandan da kurumsallaşmış, toplumla kaynaşmış, parasal açıdan güvenli bir dergah hayatı ağır tempolu, mücadeleci olmayan bir varoluşu mümkün kılmış, bu da bireyi, kendini kurcalamaya yol açacak bir kişilik bilincine sevketmiştir.
Kafadar, Cemal (2009) Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, İstanbul: Metis, s. 63, 66.
22 Kasım 2009
küf
üçüncü saniyenin sonunda, yanağımdaki lekenin yeşil stabilodan kaynaklandığını fark ettim. üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.
14 Kasım 2009
bu da bana dert oldu
'Sizin yalanlarınızla, hilelerinizle baş edemedim; bu bana dert oldu. Ben de önünüzde diz çökmedim; bu da size dert olsun.'
Akp'nin bu işin altından kalkamayacağı belliydi. Ama işin ilginci, bu tartışmanın altından hiçbiri kalkamayacak. Ama bu ne kadar hayra yorulası bir durum, kestiremiyorum. İş sürüncemede tutulur, Pkk da çöp kutusunun tekine bomba korsa, o zaman ne olacak? Erken seçim olur da, hazırlıksız yakalanacak olan pek tedirgin özgürlükçü solcular yine meclis dışında kalırsa ne gelir başımıza? Açılımdan maçılımdan vazgeçilince Cemilçiçek ve şürekasının ele geçireceği Akp Mhp'yle kol kola girerse ne olur halimiz? Pek şerefli Kemalistler o sıcacık ana kucaklarına dönsünler diye Mc hükümetlerine maruz kalmakta tecrübeliyizdir nasılsa.
Chp belli ki artık kendisini imhaya programlamış bir hareket. Üslubu falan bahane edip, osuruktan nem kaparak kendisini temize çıkarmaya çalışan, bunu yaparken ne kendi hakaretamiz söyleminin, ne de oturduğu yerden laf atma taktiğiyle siyaset yapmanın çiğliğinin farkına varabilen bir müsvette. Bir taraftan, ölürken bari cesedimiz yakışıklı olsun gibi bir dürtüyle de hareket ediyorlar, ama ne kadar uğraşsalar da, intihara kalkışıp onu bile beceremeyen bir ergenden farklı değiller. Bunun dikkatedeğer yanları var, nihayetinde bir intihar söz konusu, ama takdireşayan bir tarafı yok. Siyasi bir örgüt olmaktan tamamen vazgeçmiş gibi; kıymeti kendinden menkul vatanist modernist bir tarikat teşkil eder vaziyetteler.
Başbakanın berbat bir konuşma yaptığına, böylece ne sığ bir zihniyetin temsilcisi olduğunu gösterdiğine ne şüphe. Ama, söylediği en doğru sözlerden biri şehit cenazelerine sevinenlerle ilgi olanıydı. Açın gazeteleri ve ana haber bültenlerini, şehit cenazelerini iç yan bağlarının ezilmesi pahasına penaltı kazanmış futbolcular gibi kutlayan haberleri göreceksiniz. Pkklıların zorla erzak almaya indiği köye ertesi gün gidip orada haber yaparken köylülere "nasıl bastılar köyü, haydi anlatın da biraz havamızı bulalım," mealinde sorular sorarken yüzünde gülücükler açan muhabir hala gözümün önünde.
Ben çok umutsuzum. Nihayetinde Almanya'dayım; onurlu binlerce aydınının uyarılarına rağmen, geliştiğini sanarken ne oldum delisi olmuş orta sınıfının kendi göbeğini yardığı bir memleket burası. Ne tarafa baksam Alman tarihini görüyorum; ve çok tanıdık geliyor, çok.
05 Kasım 2009
02 Kasım 2009
20 Ekim 2009
Geertz
09 Ekim 2009
06 Ekim 2009
04 Ekim 2009
on art and anthropology
from Micheal Richardson's article "Where Green Grass Comes to Meet Blue Sky: A Trajectory of Josef Sima" in Contemporary Art and Anthropology edited by Schneider et al.
03 Ekim 2009
lately
david mason - fathers and sons
müzik:
ilk ikisinin konserine gittim geçen hafta, ikisi de iyiler. islands yeni albüm çıkardı, sertleşmişler, iyi olmuş. bad lietunant aslında tanıdık bir ses, jupiter one da sürpriz bir çıkış.
palm springs
jane bartholomew
islands
bad lietunant
jupiter one
28 Eylül 2009
seçim sonuçları
24 Eylül 2009
takdim
müjdemi isterim!, son zamanlarda güncellendiğinde bende en çok heyecan uyandıran site: http://sendmeapostcardbaby.blogspot.com/
canko & co. ise assolist kabilinden, epik bir blog. can akaş'ı takdimimdir: http://canakas.blogspot.com/
21 Eylül 2009
on growing inwards
I am interested in people who value constancy, perseverance, endurance. People who feel the need to process every information to transfer it into their own language. People who therefore act a bit late, yet have wider self-awareness and self-esteem. People who move slowly towards their goal with their deep self-confidence. People who tried hard to build that self-confidence. People who had to invest in their inner worlds in order to survive. People whose survival instincts granted them mighty skills in critical and creative thinking. People who do not show off their critical and creative skills. People who are aware of all these, of their existence.
17 Eylül 2009
bir eski kocanın
hamdi koç'un son romanı bir eski kocanın öğleden sonrası'nın bitiş paragrafıydı. cumhuriyet dönemi türk anlatı sanatında genelde dışlanan, kendi sesini çıkarmasına izin verilmeyen türden bir karakterin, yani girişimci ve dalavereci iş adamı tipinin ağzından anlatılan bir roman; şahane bir kitap. sonunda ayhan ışık'la tarık akan'ın aşık oldukları zengin kızların babaları dile gelmiş de, münir özkul'a cevap veriyor gibi: tamam, çok matah bir adam değilim biliyoruz, ama benim de kendime göre sebeplerim var.
13 Eylül 2009
nesin vakfı
http://www.nesinvakfi.org/
https://secure.cs.bilgi.edu.tr/nesinvakfi/bagis.php
31 Ağustos 2009
28 Ağustos 2009
27 Ağustos 2009
Dur Bir Mola Ver
Kuzeybatı Pasifik'in Haida Kızılderililerinde "şiir yazmak" için kullanılan fiille "nefes almak" için kullanılan fiil aynıdır.
Amanda, etnik bilgilere dair bu tür sevimli ayrıntılardan büyük keyif alırdı. Bu bilgiyi öğrendikten sonra artık her nefesini sanki şiir yazıyormuşçasına ayarlamaya çalışacağına yemin etti. Sözünün eriydi, yeni nefes alma şekli kişisel cazibesinin ambarına katkıda bulundu.
Bir seferinde, özellikle güç isteyen bir kıtayı içine çekerken yanında salak sepelek dolanan bir kanatlı böceği yuttu. "Ne berbat bir kafiye," diye öğürdü. "Galiba düzyazıya geri döneceğim." (s. 172)
"Hayatını tehlikeye attın, peki ama başka neyi tehlikeye atmayı göze aldın bugüne kadar? Hoşnutsuzluğu göze aldın mı hiç? Ekonomik güvenliği tehlikeye atmayı göze aldın mı? Bir inancı tehlikeye atmayı göze aldın mı? İnsanın hayatını tehlikeye atmayı göze almasını özellikle cesur bir davranış olarak görmüyorum. Ne olur yani, hayatını kaybeder, kahramanların cennetine gider, orada sonsuza dek bir elin yağda bir elin balda yaşarsın. Öyle değil mi? Mükafatını alırsın, yaptıklarının dünyevi sonuçlarına katlanmazsın. Buna cesaret denmez. Gerçek cesaret, onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, gerçek cesaret insanı düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin güçlüklerine katlanmaya ve bilincini genişletmeye zorlayabilecek bir şeydir. Gerçek cesaret, insanın basmakalıp inançlarını tehlikeye atmayı göze almasıdır." (s. 253)
kütüphanede dolanırken rastgele çektim. dört sene evvel altını çizdiğim iki paragraf; Tom Robbins'in Dur Bir Mola Ver'inden (ayrıntı, 1997, çev.: Fatma Taşkent)
25 Ağustos 2009
şunlar çıktı
bir sabah çıkmak güneşler aylar bir sabah çıkmak
bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek
Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum
Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe
ama, orada burada alıntılanan, ya da doğrudan okuduğum bazı yazılarıyla karşılaştım da... ahmet türk'ün türkçe konuşma biçimiyle dalga geçeninden, mahmur kampındakilere ya da kemal karpat'a açık açık hakaret edenine; yani iyice terbiyesizleşip bir de cehaletlerinden yana ar duygularını kaybetmiş olduklarını hissettiren yazılarına bakınca, her zamanki gibi, önce utandım, sonra öfkelendim. bu haftasonu ise ikisi birden sezen aksu'ya çatmış; bir tanesi "sen ne menem bir sanatçısın ki?" demeye vardıracak kadar hem de...
nihayet, özellikle özdil tombuluna, ama biraz da coşkun'a bakınca, ilkokuldaki ezberleriyle iyi niyetli öğretmenlerinin gözüne girmeyi ve hem kendilerini hem de orta sıralarda oturan arkadaşlarını kandırmayı başaran, daha sonra bu ezberciliğini hayatı boyunca sürdüren ama hayat neyse ki onların kandıramayacağı kadar karmaşık ve bu yüzden de güzel olduğu için duvara toslayan tipler görüyorum.
şöyle de bir sorun var malum, bu arkadaşlar herkese hakaret edebilir, ancak kendilerine hakaret edildi mi feci veryansın ederler. halbuki hakaret edilebilecek şey var, edilmeyecek olan var; yani bir kişiye şivesinden dolayı hakaret edilmez, kaçıp sığındığı bir göçmen kampındaki yaşam koşullarına hakaret edilmez, bilim adamına ürettiği bilimsel değer için, sanatçıya da sanatından dolayı hakaret edilmez. uzun uzun bunları argümanlaştırmaya değmez. ancak bir şahsa ideolojik tercihlerinden dolayı yapılan eleştiri, biraz ileri gidebilir. ideolojik yaklaşımlar nihayetinde ne seçilemeyecek ne de değiştirilemeyecek denli default verilerdir bir kimlikte. tercihtir işte, etnik kimliğe ve şiveye benzemez. birebir ideolojik tavırların seslendirildiği yazılar da, ne bilim adamının makalesi gibi profesyonellik kalkanıyla, ne de sanatçının eseri gibi duyarlılık kalkanıyla korumalıdır, eleştiriye açıktır yani. loş bir ışıkla aydınlatmak gerekirse; toktamış ateş'ten tombulum diye bahsedilirse ayıp olur, ama tombul yanaklarıyla köşe yazısının üstünden gülümsemeyi tercih etmiş yılmaz özdil'e tombulum demek caizdir. daha parlak bir ışık için; beğenmiyorsan çek git ne kadar kabul edilemez ve alçakça bir lafsa, bir şiveyle onun sahibini aşağılamak için dalga geçmek de, o kadar alçakçadır.
bunları niye yazdım, bilemiyorum, açıklama yapasım varmış. zaten bence amerika bu kürtleri laboratuvarda oluşturup incirlik üssünden oracığa salıveriyor.
bu haftaki radikal iki'de her çıkışın bir inişi var başlıklı yazı ilgi çekici ve bayağı haklı bir makaleydi. değişime ayak uyduranların, uyduramayanlara karşı nasıl kibirli olduğuna dair. ancak, hem her çıkışın bir inişi yok, hem de değişime ayak uyduramamak temel insani hissiyatlara ket vurmuşluktan ileri gelip, bir de üstüne diyalektik olarak karşında bulunana yalan yanlış hakaret etmeyi meşrulaştıracak denli kendinden geçme hakkı tanıyorsa kişiye, yok, o zaman değişimi biraz olsun kavramışa kibirlilik yaftası, eğer ki ayak uyduramayanlarla aynı üslup suçlarını paylaşmıyorsa, hele ki bireysel ve toplumsal varoluşu ile ekonomik varlığını değişime dayandırmıyorsa, fazla ağır kaçar.
bir de, kürkçü iyi yazmış kanımca: devlet aklı ve barış
geçen hafta zülfü livaneli çatalca'daydı, halk konseri için. zeynep de geldi, gittik. evden çıkıp, çatalca'nın, içinden bayır ve devasa yel değirmenlerinden mürekkep şahane bir manzara gözüken stadında binlerce kişiyle birlikte zülfü dinlemek bayağı güzel tabii. halk konseri, ayrıca mükemmel bir kavram. mesela yakındaki tekelden bir biracık alıp içsek mi diye geçirirken içimizden, zabıtalar bira içen bir genci uyarıp dışarı çıkarttı biz de vazgeçtik. ama herkes çekirdeklerini yere atarken ben bütün gece zeyno için elimde kabuk kesesi taşıdım, mesela zabıtaların bu durumu da ödüllendirmesi gerekmez miydi, bilemiyorum. zülfü'nün bir halk konserindeki dinleyici kitlesi de ayrıca hayatın ezbere gelmez karmaşıklığının güzelliğine dair seyretmeye değer bir şey. ama sonra eve yürüyerek dönmek daha da güzel. bir de kitap standı vardı 3 ytl'ye ayrıntı yayınları'nın kitaplarını satıyordu, inanılmaz. bir de beypazarı kurusu da satılıyordu. kardeşin duymaz el oğlu duyar.
edit. şu da çıktı: kürtçeyi hoş görmeyin!
19 Ağustos 2009
şunlar var
eskiden de böyle olurdu. her yaz birşeyler yazmaya kalkar, ne bileyim bu yaz şöyle bir öykü yazacağım falan diye aklımdan geçirir, sonra da bilgisayara "çok sıcaktı," diye başlayan kimi paragraflar tuşlardım. sanıldığının aksine, hayalgücüm pek o kadar kuvvetli değildir.
yazmak için yaz ayını seçmenin kötü bir tercih olduğunu ise bu blog vesilesiyle daha iyi anlamış oldum. yazacak şey arasam, bulamıyorum; bulsam, boşveriyorum.
c.a. notos'un son sayısına yazdığı bir yazıya f.u.'dan bir alıntıyla başlamış. şöyle:
17
Hoş karşılanmıyoruz. Hava bozuk. Boş bulunup buranın ne biçim bir yer olduğunu sorduğumuzda koyunlarından bayraklarını çıkarıp dalgalandırıyorlar. Rüzgar bile onlardan yana.
bir de şu var:
kuzgun, içinde neler var?
bir de şu:
hercules and the love affair
son olarak:
karsten harries. geçen hafta tanıştım, akademiye güvenimi bir anda zirveye ulaştırdı.
07 Ağustos 2009
belli bir yükseklik
halbuki, beylikdüzü'nden taksime giden ekspres iki katlı otobüslerin üst katına binip dışarı bakınca da bayağı güzel oluyormuş. üstelik iett ya da halk otobüsü fark etmiyor, ikisi de bayağı iyi, böyle klimalı falan.
sanırım, belli bir yükseklikten yolculuk etmek insan nerede olursa olsun güzel.
benim yorumlamam bu kadar.
29 Temmuz 2009
musiki bu 2
1
kırların ötesi olduğunu bilmez mi kişi, bilir elbet, ama bu bilgiye el sürmesini gerektirecek yaşantılarla sıkça karşılaşmaz.
"her nesnenin ötesi vardır" bilgisi kişiye rengini vermez, dünyada sayısız biçim olduğu görülür de her biçimi vareden temel 'maya'nın o biçimin tüm biçimlere olan mesafesi olduğuna dikkat edilmez, işte her nesnenin ötesi var, yaşamak sıcaklığı bu 'öte'nin kalıbı içinde görülür. "öte bilgisi"ne ulaşmak üzere biçimlere bakılıyor, ama nereden nasıl bakılırsa bakılsın herhangi besteyi biçimleyen "sessizlik parçaları"nın seslerin arasına nasıl uzaklık kattığı üzerine pek konuşulmaz, susulur o noktada, musikiye kulak verilir, "ah ne güzel başlıyor mesafe" denilir. o sırada hiç kimsenin aklına su içmek gelmez, teki bile çeşmeye gidip bardağını doldurmaya davranmaz, boş bardaklardan etrafa bakılır, etraf uzaklaşmakta, susuzluk boş bardağı dürbünleştirmektedir, bardağın boşluğuna sığan görünüm su değildir: musiki bu.
23
kum saatlerine bakın, çölü ne güzel özetliyor öyle değil mi? değil, aslına bakılırsa çölü özetlemiyor kum saatleri yaşamdaki değişimlerin aynı hızla düştüğünü gösteriyor, değil mi? bu bile değil belki, belki de sadece şu: kişi bakınca aynasızlığını kavrıyor, zamanın aynasızlık demek olduğunu kesin biliyor, bu da olmadı mı? olmadı, ama şu var işte: her kum tanesi nokta kadar, nokta kadar olmak değil de, nokta olmak ne kadar anlamlı görünüyor öyle değil mi, öyle değil: musiki bu.
27
kısımlar halinde yaratılmış insan: zamana değen yerleri kanlı imiş, mekana değen yerleri kaslı imiş, ölüme değen yerleri canlı imiş, dile getirebilirmiş insan hem varlığı hem yokluğu, hatta dile getirmeğe yok olanlardan başlamışlar, her ne ki zaman içre değilse onu aramışlar, bulamamışlar, dile getirmişler, dilin yetmediğini görünce ezgiye vardırmış akılları onları, ardından dili ezgiye vardırmak bilgisine erişmişler, ardından işitmekten dinlemeğe köprü kurmuş bilinçleri, sonra akılları şuna varmış: "her ölünün başına taş dikmeli," herkes bu buluşu düşünmeden kabul etmiş, ölülerini terk etmemeği öğrenmişler: musiki bu.
47
bütün gece dostu gencay'ı düşündü. memurluk sınavına hazırlanıyor gencay, başarmak istiyor. başarması için önünde engel yok. geçmişinin, durmadan şimdinin içine doğru geliştiğini görerek hem geçmişten hem şimdiden kurtulmanın hesaplarını yapmaktan kendini memurluk sınavına istediği gibi veremiyor. gencay için ne yapabilir, bunu düşündü. gencay'ın başarması için allah'la sabaha kadar konuştu. anlamlı konuşmanın ardından bir şeyleri eksik yaptığını düşünmeye başladı. biçimsiz bulduğu yaşlı ağacın gövdesini sırf gencay memurluk sınavını kazanabilsin diye okşadı. ileri gidip suratsızlığıyla meşhur papağana "anlam" kelimesini öğretmeye çalıştığı yarım saat. çok kötü küfürler eden iki çocuğa sakız verdi. gördüğü en pis köpeğe belirgin biçimde gülümsedi. bunlar da yeterli olmazdı. arabasını gencay'ın başarılı olabilmesi için yıkadı. gıcırdayan kapıyı menteşelerinden öptü. gencay'ın sınavı kazanması için son bir hamle kalmıştı, cesaretini toplayıp onu da yapmaya karar verdi: şehir meydanının en kalabalık olduğu an avazı çıktığı kadar bağırdı. "işte insanlar! işte! işitilmeyen bu, işte musiki bu!"
24 Temmuz 2009
10 Temmuz 2009
transdisipliner
sağlık sistemi bunca kötüyse, bu herşey gibi bir zihniyet sorunundan kaynaklansa gerek. doktorlar hastalarını büyük bir rahatlıkla cehalet ve pislikle suçlayabiliyor, onları müşteri olarak görebiliyorsa, bu formasyonlarındaki noksandan, tıbbi ilkelerini içselleştirmelerini sağlayacak bir etik/felsefi çerçeve geliştirmelerine olanak tanınmamış olmaslarındandır diyelim.
malum, toplum hayatına bilinçli olarak karışma ve müdahale etme zamanı geldiğinde, başarı için her yolun mübah olduğuna dair genel bir kanaatten öte hiç bir etiğin belletilmemiş olduğu bir eğitim sürecinden geçiyor milyonlar. dahası, bu eğitimi yaratan, sürdüren ve mümkün kılan bir kültürle çevrelenmiş ve bu kültürün bir parçası olmuş vaziyette.
nüfusunun önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığı bir ülkede, beşeri bilimlere, transdisipliner eğitime, felsefe kürsülerinin geliştirilmesine, ilahiyat fakültelerinin diğer bölümlerle entegrasyonundan falan dem vurmak, kimisine hariçten gazel okumak gibi gelir; normaldir. ancak aynı memleketin nüfusunun bir diğer bölümü bir eli yağda bir eli balda bir hayat sürüyor -ve buna rağmen mutlu olamıyorsa- işte orada beşeri bilimler ile; temel eğitim falan bir yana, profesyonel eğitim sürecinde transdisipliner unsurların yokluğunun ciddi bir etkisi var demektir.
şu nüansı da belirteyim; mohaç zaferi ve zigana geçidi'ni toplam dört beş sene okuyacağımıza, biraz felsefe falan öğrenseydik demiyorum; üniversite çağına gelindiğinde herkese antropoloji ve sosyolojiyle haşır neşir olma imkanı tanınabilse diyorum. küçükken zaten ha mohaç'ı ezberlemişsin ha kant'ı. o zamanlar yapılabilecek tek şey daha fazla oyun oynamak olsa gerek.
daldan dala atlayasım varmış.
08 Temmuz 2009
göz ve tin
Aklın en yüksek noktası zeminin ayaklarımızdan kayışını mı fark etmektir; devam edilen bir şaşkınlık durumunu tumturaklı bir şekilde soruşturma diye mi adlandırmaktır, daire şeklinde yol alışı araştırma diye, tam olarak olmayanı Varlık diye mi adlandırmaktır? (80)
Göz ve Tin, Maurice Marleau-Ponty (fransızcası 1964; türkçesi 1996, Ahmet Soysal, Metis)
01 Temmuz 2009
çok uzaklarda bir yaz
romanla ilgili benim en çok ilgimi çeken nokta ise, yirmi sene önce yazılmış iki ayrı roman ile benzerliği; ümit kıvanç'ın 'bekle' dedim gölgeye'si ve ömer madra'nın romanımla sana bir ses...'i. üç romanda da, arkadaşlarının gölgesinde kalan, eğlenmeyi, hayattan zevk almayı ve duygularını dışa vurmayı arkadaşları kadar iyi beceremeyen karakterlerin üzerinden anlatılagelir 80'lerde aşk, dostluk ve siyaset. üçlü/dörtlü arkadaş gruplaı da, tercihen iki/üç erkek ve bir kız, bahsettiğim romanların çekirdek kadrolarının vazgeçilmezleridir. bu, 80'li yıllar temsil edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan başlıca form, ya da 70'lerin sonu ve 80'lerin başındaki hayatımızın hatırlanışına özgü en belirgin durum olabilir mi?
tabii, çok uzaklarda bir yaz'ı okumak, benzer bir dönemi ele alan başka bir eserin yetkinliğini ve özgünlüğünü bir kez daha ortaya çıkarmış oldu: orhan pamuk'un sessiz ev'i. bir de, cem akaş'ın daha 1993'te yazdığı 7'sindeki sevişme sahnelerinin, erkek yazarların elinden çıkma romanlarımız arasındaki benzersizliğini nasıl olup da hala koruyabildiğini düşündürttü.
Birkaç alıntıyla bitirelim:
"Solcu bir dayısı ve plajda sürekli kitap okuyan bir annesi olan bir kızı bile hep Ali gibilere mi kaptıracaktım?" (59)
"1983 yazında Cem'le Bodrum Kalesi'ne karşı sigaralarımızı tüttürürken içten içe memleketin geleceğine damga vurmaya hazırlanan kişiler olduğumuzu düşünüyorduk ama generallerin sağladığı "huzur ve güven ortamında" abilerinin çektikleri acılar karşılığında hayatları bağışlanan küçük kardeşler olduğumuzu galiba hiç unutmayacak ve bunun vicdani muhasebesini hiçbir zaman tam olarak yapamayacaktık." (88)
188'nci sayfada başlayıp bitmez tükenmez şahane bir cümle var, ama onu şimdi yazamam çok uzun.
"Çınaraltı'ndaydık, aniden masada geri çekilip kollarımı kavuşturdum ve 'Macaristan'ı kapitalist bir ülke zanneden biriyle bütün bunları niye konuşuyorum ki?' dedim." (252)
"Hiç şaşırmamıştım. Mustafa gibi 70'li yıllarda siyasetle ilgisi olmayan daha birçok arkadaşımın AKP iktidarı sonrasında Aktatürkçülük ekseninde süratle politize olduklarını hatta AB karşıtı haline geldiklerini biliyordum." (264)
29 Haziran 2009
26 Haziran 2009
"sözde" belge
sahteyse, genelkurmay'a itibar kazandırmak için de düzenlenmiş olabilir değil mi?
"bir kağıt parçası" bütün ülkeyi karıştırabiliyorsa, kağıdın değil, ülkenin kabahati olsa gerek.
hepiciği birden, "bakın çok açık ve net" konuşuyor, "kesin bir dille" ifade ediyor, ama bir bok anlatamıyor.
bu iş örtbas edilecek. akp ile genelkurmay yine sarmaş dolaş dolacak. al gülüm ver gülüm sürecek.
aah ah, şöyle başbuğ'yla erdoğan'ı dudaktan ateşli ateşli öpüşürken resmedecek bir ressamımız yok mu ki?
gerçi bizim gerçeklerle işimiz olmaz.
olan biraz taraf'a olacak.
yine de bu ülkede aklıselim kendine ince bir yol bulup usul usul akmaya devam edecek.
ülkemin bekası gibisi de yok hani.
fotokopi çekmeyi yasaklayalım.
askerimiz çok modeeern.
23 Haziran 2009
iskenderun'dan sakin sesler
16 Haziran 2009
09 Haziran 2009
ah sabancı ah
08 Haziran 2009
Göçmenlik ve Güvenlik Üzerine
Sulak’ın, Kathrin Sonntag ile paylaştığı mekanda, üç çalışmasına yer verilmiş; Granny – Anane (2005), Vratnik 13 (2007), Deutsches Auswandererhaus - Alman Göç Müzesi (2008). Daha önce Türkiye’de ve yurtdışında defalarca sergilenmiş olan Granny, Sulak’ın en başarılı çalışması. Granny’de, Bosna’da doğup ergenliklerinin başında aileleriyle birlikte Türkiye’ye göçen ve ömürlerinin devamını Kütahya’da geçiren iki nine, sanatçının büyükannesi ve büyükteyzesi, torunları Özlem’e hayatlarını anlatıyor. Orta halli bir evin oturma odasındaki sıradan bir çekyata karşılıklı yayılmış nineler, eski memleketlerini ve çocukluklarını özlemle, göçü ve Türkiye’deki ömürlerini ise hayıflanarak anıyorlar. Vratnik 13, Sulak’ın ninelerinin çocukluğunun geçtiği evi Saraybosna sokaklarında bizzat arayışının hikayesini anlatıyor. Türkiye’den yola çıkıp Bosna’ya giden, karla kaplı sokaklarda Boşnak delikanlıların yardımı ile sonunda aradığı merdivenleri ve sokağı bulan Sulak, sonunda Vratnik 13’ten anneannesine telefon ettiğinde, Kütahya’da kim bilir ne değişik bir heyecana yol açıyor... Deutsches Auswandererhaus ise, Bremerhaven’daki Alman Göç Müzesi’ni (ödüllü, yüksek ziyaretçi sayısına sahip, yepyeni bir müze olduğunu da belirtmiş olalım) gezen dört Türk-Alman kadının, bu ziyaret sırasında kendi göç tecrübelerine dair canlanan fikirlerine yer veriyor. Bu dört ayrı hikaye, 19. yüzyıldan itibaren Bremerhaven’dan Avrupa’yı terk edip Yeni Dünya’ya giden milyonlarca göçmenin hikayesine karışıp, ister zorunlu ister gönüllü olsun her tülü göçün doğasına dair ipuçları veriyor.
Ahmet Öğüt’ün Künstlerhaus’taki sergisi ise hem 9. İstanbul Bienali’nden de hatırlanabilecek Somebody Else’s Car – Başkasının Arabası gibi eski çalışmaları, hem de 2008 tarihli Mutual Issues, Inventive Acts – Karşılıklı Hususlar, Yaratıcı Hareketler ve Things We Count – Saydıklarımız gibi yeni işleri içeriyordu. Öğüt’ün en popüler işlerinden biri olan Somebody Else’s Car, otoparkta başka arabaların arasına kurulmuş sakin sakin duran iki otomobilin, hızlı bir gerilla hamlesiyle bir anda kılık değiştirip taksiye ve polis arabasına dönüşmelerini gösteren eş zamanlı iki slayt gösterisinden oluşuyor. Mutual Issues, Inventive Acts çizimleri, Zihni Sinirvari bir imgelemin mümkün kıldığı simultane eylemleri resmediyor; webcam’i ile bilgisayar ekranını ayna gibi kullanarak sakal tıraşı olan adam, Polatlı’yı işaret eden trafik levhasının direklerine salıncak kurmuş sallanan küçük kız, kafasından simit tepsisini indirmeden kulübede telefonla konuşan simitçi. Sergiye de ismini veren Things We Count ise, serginin en dikkate değer çalışması; yalın ancak akıldan çıkmayan bir video işi. Phoenix, Arizona’daki engin bir arazide yan yana duran ve devasa gri böceklere benzeyen yüzlerce uçağın ağır ağır akan görüntüsü ve uçakları Tükçe, Kürtçe ve İngilizce tek tek sayan durağan bir dış ses.
Sulak’ın işleri, son otuz yıldır bütün sanat dallarında en önemli konulardan birini teşkil eden “göçmenlik” üzerine yoğunlaşıyor. Gerek edebiyatta, gerek sinemada, gerekse görsel sanatlarda, kimlik, aidiyet, mekan gibi kavramları sorunsallaştırarak göçmenlik halleri üzerine söylenmedik söz belki de kalmadı. Hatta, göç mevzuunun sanata malzeme edilmesinde kabak tadı veren bir şey olduğunu söylemek bile artık demode. Buna rağmen, Sulak’ın işlerini ciddiye almayı gerektiren, hem eserlerinin içeriğine hem de onları ele alış tarzına dair bir özgünlükten bahsedilebilir. 20. yüzyılın başında eski Osmanlı topraklarından Anadolu’ya yapılan göç, Türk sanatında halen kendisine yeterli yankıyı bulamamış bir konu. Keza, Almanya’daki Türklerin varlığı, Alman toplumundaki göç tarihi ile üst üste bindirilmiş şekilde, belki de Sulak’ın Deutsches Auswandererhaus’u dışında hiç ele alınmadı.
Sulak’ın nesnesiyle olan ilişkisindeki sadelik de, içgörü sahibi bir tercihi işaret ediyor. Sulak, hem Granny’de hem de Deutsches Auswandererhaus’ta, yansıttığı hikayelere az ve öz müdahalelerde bulunuyor. Granny’de, ninelerin daldan dala atlayan sözünü ne Bosna’daki çocukluklarından uzun uzun bahsettikleri zaman, ne de ölmüş kocalarının arkasından gözlerini yumup ağızlarını açtıklarında kesiyor. Onları İstikbal çekyata yan yana oturtup, plastik terlikleri ve çıplak ayakları ile resmetmekten de geri kalmıyor. Deutsches Auswandererhaus’ta ise, bir asır önce Almanya’dan Amerika’ya göçmüş olanların zorlu hikayesini takip eden gurbetçi anne ve kızda uyanan ilgideki pembe dizi merakına olan benzerlik ile Türkiye’de asla yapamayacağına inandığı şeyleri Almanya’da başardığına inanan bir başka gurbetçi kadının azmindeki naiflik; Sulak bu hikayeleri Alman Göçmen Müzesi’nin gösterişli keşmekeşinin içinden anlattığı için ayrı bir anlam kazanıyor.
Sulak’ın videolarındaki renkli, esprili ve emprovize kalite; Öğüt’ün Things We Count’undaki sayısız uçağın dizi dizi görüntüsüyle çok manidar bir tezat oluşturuyor. Ninelerin kıvrak dili ve Saraybosna’nın eğri büğrü sokakları; monoton bir sesle tek tek sayılan teknoloji harikası devasa uçaklarla birlikte, aslında tek bir sürecin iki uzak ucunu imliyorlar: Uluslarası insan trafiğinin yol açtığı göçmenlik halleri ve güvenlik problemleri.
Yirminci yüzyılın belki de en etkili olgusu olan uluslararası insan trafiği, bir taraftan kültürlerarası özlü değerler ve tecrübeler var ederken; diğer yandan toplumların merkezinde yeni endişelerin kök salmasına sebep oldu. Göçler, daha esnek ve çok yönlü bireysellikler yaratmış olsa da, kitlelerin korkuları bu esnekliği kıracak taktikler geliştirmekten geri durmadı. Göçün ve göçmenlik konusunun konu edildiği, melezliklerin olumlanarak, aidiyet hissinin altı çizilerek ifade edildiği binlerce sanat ürünü, özellikle 1970’li yıllardan itibaren galerileri, müzeleri ve sanat kitaplarını doldurur oldu. Bu üretkenliğin arkasında, bireylerin aradakalmışlıklarıyla mücadelelerinde geliştirdikleri yaratıcı yöntemleri kutlayan, öznelerin kendilerini ifade ederken yakaladıkları eklektizmi olumlayan bir heyecan vardı. Sulak’ın işlerinde de, bu heyecanın izi halen sürülebiliyor.
Öğüt de, Somebody Else’s Car ya da Mutual Issues, Inventive Acts gibi eserlerinde, nesnelerin geleneksel anlamlarını sorgulatan eylemleri gösterirken, tıpkı göçmenlikten feyiz alan eserlerdeki gibi, bireylerin gerçekliklere müdahaleleriyle yarattıkları özgün ve dinamik anlam dünyalarına vurgu yapıyordu. Things We Count ise, sağdan sayan kanat kanata vermiş askeri uçakları ile, bu kutlamacılığı safiyane bir iyimserliğe indirgeyebilecek kadar katı bir gerçeklik sunmuş oluyor izleyicisine.
“Saymak – to count” fiilinin hem Türkçede hem de İngilizcede çift anlamlı oluşu herhalde tesadüf değildir. Sayılabilenler, hele ki sayıları da çoksa; soyut, teorik, dile getirilmesi zor olanlara nazaran daha etkili, daha güvenilir, daha “saygın” değiller midir? Things We Count, uçakların hem görüntüleri hem de adetleri ile Kantçı sublime’ın hem dinamik hem de matematik etkileyiciliğini akla getirerek, kutlayıp umut bağladığımız yeni melez değerlerimizin kırılganlığını ve güçsüzlüğünü hissettirmiyor mu? Daha da önemlisi, uçakları tek tek sayan dış sesin, hem Türkçe, hem Kürtçe, hem de İngilizce konuşuyor olması, “saydıklarımız”ın evrenselliğindeki adiliğin, kendimizi güvende hissettiren asıl varlıkların kabalıklarının; o kıvrak, iyimser ve postmodern kavramlarımızı bir anda yıkıp geçebilecek oluşlarını hatırlatmıyor mu?
Sahi, “saymak” fiilinin Kürtçesi de, çift anlamlı mıdır?
yukarıdaki yazı, sanat dünyamız'ın yaz 2009 sayısında yayınlandı.
02 Haziran 2009
29 Mayıs 2009
27 Mayıs 2009
20 Mayıs 2009
Türkan Saylan'ın evinin aranması ile başlayan süreçte, Saylan, Saylan'ın hastalığı ve nihayetinde zamansız ve talihsiz ölümü ile ilgili yapılan haberlerde gazetemin üslubunu basiretsiz ve kabızca bulduğumu paylaşmak isterim. Özellikle bugünkü "obutuary" yazısı, sönük ve yetersizdir. Ergenekon sürecindeki usül hatalarının Saylan'ın ölümünün aniliğine muhtemel etkisi ile profesör Kaboğlu'nun özür çağrısının atlanmış olmasını hoş görmek çok zor.
mesaj bu kadardı. demem o ki; yani eş dost sohbetinde dönüp dolaşıp söylediğim şey şu ki; aslolan beşeri değerlerdir. politika, ideoloji, kültür, ya da insana ve topluma dair her sistem, değerler üzerine kuruludur. değerlendirmelerimizi yaparken başvurduğumuz genelgeçer ve/ya akademik kavramları da, bu değerleri berraklıkla ortaya çıkarmak üzere örgütlemek gerekir.
ilgisiz mi, yoksa naif mi buldunuz? iyi bari.
12 Mayıs 2009
çağdaş tr edebiyatı'nda japonizm
Murat Yalçın (2009) Kesik Hava, YKY, s. 99
türk edebiyatı'nda şiddetin böyle estetize edilişine daha önce rastlamamıştım. ne ömer seyfettin'in pornografik vahşetine, ne de yaşar kemal ya da necati cumalı'nın mücadeleci şiddetine benziyor. zaten niye benzesin? yalçın'ın bu kısa paragrafı, van gogh'tan tarantino'ya kadar uzanan başka bir şeyi, japonist bir estetiği çağrıştırıyor. sanki çinliler göktürklere ırmak başında pusu kurmuşlar gibi hissetirtiyor. insanın anime seyredesi geliyor. ama orada bitmiyor. bak hele; insan bir anda, şu japon mangalarının, osmanlı minyatürlerine ne kadar benzediğini de fark ediveriyor. bir de tabii, bunu anlaması için, kafasındaki bilgilerin arasından uzun bir slalom yapmak durumunda kalışına hayıflanıveriyor. tabii akıl bu, orada durmuyor, devam edip, orhan pamuk gibi bir adam olduğu, o adam benim adım kırmızı'yı yazdığı ve bu satırların naçiz sahibi o kitabı küçük yaşta anadilinden okuma ayrıcalığına sahip olduğu için, bir anda kendini tekrar iyi hissediyor da, lafı daha fazla uzatmıyor.
11 Mayıs 2009
humboldt
(Wilhelm van Humboldt - Humanist Without Portfolio, p. 403)
Humboldt (1767 - 1835) acayip adam. Yukarıda otobiyografisinden bir parça var. Yirmi küsur dil bilen, dört bir yanda büyükelçilikler yapmış, işte üniversiteler falan kurmuş bir şahsiyet. Ama detay kabilinden şeyler üzerinde yazagelmiş, kasıntı bilgeliklere meyletmemiş bi karakter. Biraz da böyle şaşkın, argue etmeyi beceremeyen, fikirleri pek tutarlı olmadı mı amaan bırak dağınık kalsın diyen, bazen de dönüp dönüp aynı şeyleri yazan bi tip. Hoşuma gitti bu aralar.
05 Mayıs 2009
aşağılık işler
yine de, trde işler belli olmaz.
bakarsınız bizim memleketliler, hem islamcıların hem milliyetçilerin en aşağılıklarından kurulan bu çiçekli arınçlı koalisyonu; bunların kürtleri pataklamak uğruna askerle yaşayacakları sarmaş dolaş balayını, kucaklaştıklarında askerlerin üniforma altından tabancalarını hissettirecekleri piyesleri, ergenekonun yakıcılığını el birliğiyle söndürmek için düzenlenecek bu al-gülüm-ver-gülümlükleri bir banu güven soğukkanlılığıyla "içiniz rahat mı?" diye bile sormadan buruşturur atar.
ya da eskisi gibi, hep birden üç maymunluğa ve mağduru oynamaya devam ederken; bir taraftakiler ah ne güzeldi eskiden ne kürt vardı ne türban diye diye saylan'a balbay'a ağıt yakarak içlerini ferah tutar, dtp'liler itin götüne sokulurken "öldürün bari" demek aklından geçmeyen dündar'a bağlarken; diğer taraftakiler de hak ettikleri valiler, emniyet müdürleri ve bakanlarla birlikte, törelerine dinlerine batmışlıklarıyla, çatışmalardan tabutları dönen evlatlarını gömmeye giderler.
ben hannover eğitim ateşeliği'ne gerekli tüm belgeleri götürmüştüm. ama kağıt gelmiş, yüksek subaylığınızın tecilini gösteren belgeyi de ulaştırın diye.
yine de umutluyum aslında, ne yapalım.
01 Mayıs 2009
bir mayıs
bunun, bu 1 mayıs'ta almanya'da olmamla bir ilgisi var.
saat 11'de sielwall'den yürüyüş başlayacak, 12'de kent merkezinde toplanılacaktı. sabah kalktım; dedim ki ben ne alman'ım, ne işçiyim, ne de işçi oğluyum. çıkmadım evden.
çok fena istanbul'u özledim.
29 Nisan 2009
Hareketsiz Akşam
İstinye’den Beşiktaş’a doğru sahil yolunda ilerliyorduk. Yol her zamanki gibi dopdoluydu. Kendime orta kapının orada bir yer açtım, sırtımı cama dayadım. Otobüs bir sağa bir sola hunharca sallarken içindekileri, ben sabit durabiliyor, eve dönüşümün keyfini çıkarıyordum. Böyle sabit vaziyette, kulağımda sevdiğim türden bir müzik de varsa, otobüsü dolduran her yaştan yolcuya baka baka, üstelik Boğaz ve sahilde dolaşan, balık tutan, kestane ve mısır satan İstanbullular manzarama fon oluştururken, otobüste bir saat geçirmek çok da koymaz bana. Kendimi bir filmdeymiş gibi hissederim.
Otobüs dura kalka ilerler, genç kızın parmakları telefonunun üstünde hızlı hızlı hareket etmeye devam ederken, Bebek dolaylarında bir kırmızı ışığa yakalandık. Yağmur damlaları denizin üstünü deşiyor, dalgalar iyice yükseliyor, deniz kenarındaki taşlarda patlayanlar yola kadar köpük köpük taşıp arabalara kadar ulaşıyordu. Sabırsız taksiciler ve mesai bitkini sürücüler, otobüsümüzün arkasında sıralanmışlardı. Trafik ışıklarından, farlardan, stop lambalarından ve dükkan tabelalarından yansıyan kırmızı, sarı ve yeşillerin otobüs camlarında biriken damlacıklardaki akisleri beni yine mutlu ediyordu. İstanbul’un akşamüstü alacalığı otobüsün içinde renkli bir loşluk yaratıyor, filmime bambaşka bir hava katıyordu.
Kırmızı ışığın olağandan biraz daha uzun süre yandığını fark ettiklerinde, yolcularda bir kıpırdanma oldu. Evlerine dönmek için sabırsızlanan İstanbullular birbirlerinin kafalarının arasından ve omuzlarının üstünden dışarı bakmaya çabalıyor, homurdanıp şikayet ediyorlardı. Kitap okumaya çalışan tip sinirle kitabını kapatıp çantasına kaldırdı. Ben de kulaklıklarımı çıkartıp ne olduğunu daha iyi anlamaya çalıştım. Genç kız telefonunu cebine koydu, meraklı gözlerle dışarıya bakıp derin bir of çekti. “Niye yeşil yanmıyor kardeşim, gerçek mi bu ya?” diye arkalardan genç bir erkek sesi yükseldi.
Üç dakika geçti, ama yeşil ışık yanmadı. Otobüsün içinde cıkcık sesleri çoğalıyor, arka sıralardaki arabalardan gelen korna sesleri giderek yükseliyor, bu sesler de şöförün arkasında oturan yaşlı teyzenin mırıltısına ve sileceklerin ritmik gıcırtısına karışıyordu. Otobüsün hemen arkasındaki jipteki adam, birkaç defa uzunları yakıp söndürdükten sonra kornasına öyle bir abandı ki, annesinin kucağında çoktan derin mi derin bir uykuya dalmış olan o süveterli çocuk bir anda uyandı, ama ağlamadı. Kırmızı ışık, trafik lambasının en üstünde gururla parlamaya devam etti.
O sırada, ihtiyar bir çift otobüsün kapısını tıklattı. Burası durak değildi, biliyorlardı, hatta akşamüstü yürüyüş yapmak için çıktıklarından yanlarına para dahi almamışlardı, ama bir anda çok ıslanmışlardı, şöförbeyoğlum onları bir sonraki durağa kadar içeri alır mıydı? “Elbette anne,” dedi şöför; ihtiyarları içeri aldı. Genç kız bir an, muhtemelen böyle hoşluklara şahit olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, tebessüm etti.
Neredeyse beş dakika olmuştu. Otobüsün solunda, yine hemen trafik lambasının dibinde duran otomobil, daha fazla sabredemeyip gaza bastı ve kırmızı ışıkta geçmiş oldu. Elbette, arkasındakiler de onu takip etti ve bir anda otobüsün solundaki araçlar ilerlemeye başladı. Otobüsün arkasındakiler de şerit değiştirip otobüsün yanından geçip gidiyorlardı. Bir tek otobüsün hemen arkasında duran jip korna çalmaya devam ediyordu. Yine arkalardan bir adam, gereğinden daha yüksek bir sesle, “Kaptan, bas gaza hadi, beklemeyelim biz de,” diye bağırdı; artık türbanının düzgün durup durmadığını umursamayan kadın “belli ki bozulmuş ışık,” dedi; kucağında süpermarket poşetleri taşıyan bir kadın “hadi şöför bey biz de ilerleyelim artık,” diye seslendi; bir diğeri “kaptan ne bekliyorsun, hepimiz evimize gideceğiz,” dedi.
Otobüs şöförü ise, nedense, ne yolculara cevap veriyor, ne de gaza basıyordu. Arkadaki jipin sürücüsü sonunda manevra yapmayı becermiş, otobüsün yanından geçip gitmiş, giderken de uzun uzun kornaya basmıştı. Babacan tipli bir adam, kendisinden beklenmeyecek bir fevrilikle şöföre, “sağır mısın be adam, hadi ilerle” diye bağırdı. Yanındakine pastil veren o yakışıklı ihtiyar, “şöför bey bari kapıları açın da, isteyen insin yürüsün,” dedi. Şöför de hiç ikiletmeden üç kapıyı birden açtı. Yolcular, ilk anda ne yapacaklarını bilemediler. Belli ki cins bir şöföre denk gelmişlerdi işte; ama ne yapsınlardı, boğazına mı sarılsınlardı? Biri hala tatlı dille şöförü ilerlemeye ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
Birkaçımız hariç bütün yolcular, gönülsüzce, söylenip cıkcıklayarak, ya şöföre, ya trafiğe, ya kırmızı ışığa, ya da yağmura sessizce küfrederek otobüsten indi. Otobüs bir iki dakika içinde neredeyse tamamen boşaldı. Durak pek uzak sayılmazdı, çoğu oraya yürüyüp bir sonraki otobüsü bekleyecek, bazıları bu sırada sigara da içecekti. Beklemeye alışkınlardı nasılsa; üstelik bizim otobüsün havasızlığından sonra, hafif yağmurlu bir Boğaz havası tercih edilmeyecek şey değildi. En son, otobüse yeni binmiş olan yaşlı çift de birbirlerine kaş göz yapıp anlaşarak inince; geriye bir tek ben, şöför, hala ayakta duran o genç kız, bir de, daha önce otobüsün kalabalığından fark edemediğim, arkalarda bir yerde oturmuş ağzından salyalar akıtarak hırıltılar çıkartan ve dışarıya bakan yarım akıllı bir adam kaldı.
Yolcular inince, otobüsün içi gözüme deminki halinden daha küçük ve biraz da zavallıca gözüktü. Yerlerdeki çamur, lekeli koltuk kılıfları, tutunma demirlerindeki çakı kesikleri... Şöför, dikiz aynasından hepimize kısaca baktı ve kırmızı ışığın yeşile dönmeyeceğine emin oldu ki, otobüsün motorunu durdurdu. Nedense hala ayakta bekleyen genç kız, geçti koltuklardan birine oturdu. Homurdananların, küfredenlerin, korna seslerinin yokluğunda, sadece dalga ve silecek sesleri ile otobüsün yanından geçen arabaların vızıltısı duyuluyordu. Bir de, arka koltuklarda oturan adamın çıkarttığı sevimsiz hırıltı.
Orta kapının dibinde durarak biraz daha oyalandım. Başka türlü düşününce, otobüs sıcak ve sevimli gözüküyordu. Daha fazla beklememin saçma olduğunu fark edince; kulaklıklarımı taktım, müziği başlattım, otobüsün kapısının açılması için düğmeye bastım ve dışarı çıktım. Şiddetini biraz azaltmış yağmurun altında karşıya geçip eve doğru yürüdüm. Zaten tam bizim evin önünde durmuştu otobüs.
19 Nisan 2009
Suya Karıştı
Onu çağırmaya Lale gitti. Döndüğünde, “gelecekmiş ama fazla kalamayabilirmiş” dedi. “İyi de onun için erkenden dönemeyiz ki,” dedim. Lale “Ben de öyle dedim ama, sorun olmazmış, gerekirse kıyıya kadar yüzermiş,” dedi.
Babamın geçen sene satın alıp sıkıldıktan sonra bu yaz başında her şeyiyle bana devrettiği, iki yüz yirmi beş beygirli, tek kamaralı şık teknemizle açılacaktık. Deniz bizim sitenin önünde fazla sığ ve yosunlu olduğu için aşağı yukarı her gün siteden arkadaşlarla birlikte böyle açılıyoruz. Çevrede teknesi olan birkaç kişi daha var, bazen açıkta onlarla da buluşuruz. Genelde beş altı kişi oluruz. İşte bu sefer Ahmet de bizimle gelecek.
Biz beşimiz, saat iki civarı kıyıda buluşup Ahmet’i beklemeye başladık. Hepimizin omzunda havlular asılıydı. Lale ile Yeşim çantalarını da almışlardı. İçlerinde güneş kremleri, ipodları ve kitapları duruyordu. Yeşim zaten yaz başından beri aynı kitabı gezdiriyor çantasında. Levent’le Ege de ipodlarını Lale’nin çantasına koymuşlardı. Levent’in elinde deniz gözlükleri ve paletler falan da vardı.
Bir iki dakikaya Ahmet de geldi. Bizim güneş yanığı tenlerimizin yanında onun teni bembeyazdı, ama bizden daha sağlıklı gözüküyordu. Uzun boyluydu ve omuzları kıskandıracak genişlikteydi. Dik ve kendinden emin duruşuna karşın suratında ürkek ve alık bir görüntü vardı. Yine de havasındaki birşeyler dışlamaya meraklı yaşıtlarımın onu hafife almasına engel olacak cinstendi. Levent, Ahmet’in gelişini baştan kayıtsız karşılamıştı ama onu yakından gördükten sonra Ahmet’in aramıza katılmasından rahatsız olduğunu hissettim. Sebebi basit, Yeşim’in Ahmet’ten az da olsa hoşlanması ihtimali... Lale kısaca Ahmet’i Yeşim, Ege ve Levent’le tanıştırdı. El sıkışmadılar, zaten hepsi birbirini önceden tanıyordu. Sadece daha önce hiç konuşmamışlardı.
Kıyıdan yirmi adım kadar açıkta duran tekneye yürüyüp sırayla bindik. Ege çapayı çekti. Motoru çalıştırdım. “Önce bir tur atalım mı?” dedim bizimkilere. Yanıt gelmeyince, Lale Ahmet’e sahilde tekneyle bir tur atmayı isteyip istemediğini sordu. “Olur,” dedi Ahmet, “sizin için bir sakıncası yoksa...”
Ege, Levent ve Yeşim kamaraya girmişler, buzdolabından biralarını çıkartıp içmeye başlamışlardı bile. Ahmet, “Motor kaç beygir?” diye sordu. “İki yüz yirmi beş” dedim, “kullanmak ister misin?”.
“Becerebilir miyim ki?”
“Evet tabii, kolaydır. Yalnızca direksiyonu sıkı tut, o kadar.”
Bir süre Ahmet kullandı tekneyi. Bu sırada rüzgarda uçuşan pareosuyla birlikte Yeşim de teknenin burnuna çıkmıştı. Doğuya doğru birkaç kilometre yapmış olmalıydık. Ufak bir burnu, iki siteyi ve birkaç iskeleyi geçtik. Sıcak, bulutsuz bir temmuz günüydü. “Buralarda duralım istersen,” dememle Ahmet aniden gaz kesip motoru durdurdu. Bir süre denizin üstünde hızla gidip de rüzgarla sersemledikten sonra ansızın durup yavaş yavaş salınmak her zaman hoşuma gitmiştir.
Ege çapayı attı. Lale, kendisine, bana ve Ahmet’e bira getirdi, Yeşim’in çantasından kuruyemiş paketini çıkartıp kuruyemişleri küçük kaplara döküp aramıza koydu. Ben kıç taraftaki tenteyi açtım, güneş pek dayanılacak gibi değildi. Levent, teknenin burnunda güneşlenip müzik dinleyen Yeşim’in yanına gitti.
Söze nasıl başlanmalıydı? Doğrudan, annesiyle babamın yakınlaşmasından mı bahsetseydik? Bir çeşit kardeş mi oluyordum yani Ahmet’le? Yoksa, annesiyle babamın ilişkisini bilmezden gelecek, ya da bir şekilde bunun söz etmeye değmeyecek birşey olduğunu birbirimize ima edip daha başka şeylerden mi konuşacaktık? Daha başka konuşacağımız bir şey yoktu ki. Sitedeki bütün evler (on dört müstakil tripleks) bu bahar boyanmıştı ve yeni tutulan bahçıvan sitenin bahçesini daha önce hiç olmadığı kadar güzelleştirmiş, sitenin her köşesinde kafam kadar ortancalar açmıştı. Ne yani, bunlardan mı konuşsaydık? Hem, birbirimizin gittiği okulları, kaçıncı sınıfa geçtiğimizi, bölümlerimizden memnun olup olmadığımızı da biliyorduk. Konuşacak fazla bir şey yoktu.
Ege kitabını açıp okumaya başlamıştı. Lale de teknenin ortasına uzunlamasına oturmuş, bir dergi karıştırıyordu. Levent’le Yeşim’in de, bizim belli belirsiz duyabildiğimiz sohbetleri bitmiş gibiydi. En doğrusunun kendimi tekne yükselip alçaldıkça çıkan şlap şlap seslerine ve usulca esen poyraza bırakıp gamsızlığımın tadını çıkarmaya karar verdim. Açık denizde, şık teknemizin içinde, altı genç, bu güzel havanın keyfini çıkartıyorduk. Biranın da yardımıyla olacak, bir an çok iyi hissettiğimi hatırlıyorum.
Bir süre sonra Yeşim –hepimizin çoktan alıştığı hareketlerle- bikinisinin üstünü çıkarttı ve yüzükoyun uzandı. O bikinisini çıkartırken yan gözle Ahmet’e bakmıştım; Yeşim’in hareketine nasıl tepki vereceğini merak ediyordum. Hayret etmesi, gözlerini Yeşim’den alamaması (ben geçen yaz Yeşim bunu ilk yaptığında kızın göğüslerine aval aval bakakalmıştım) ya da bakışlarını çevirecek başka bir yer aramak için sağa sola çaresizce göz gezdirmesini görmek hoşuma giderdi, ama hiçbirini yapmadı. Geldiğinden beri yaptığı gibi sakince etrafı süzüyordu. Levent, sıkıldığını, artık denize gireceğini söyledi. Kimse cevap vermedi, o da denize atladı ve “su çok güzel ya kaçırmayın” falan gibi şeyler dedi. Çok geçmeden Lale ve Ege de denize atladı. Levent’i yalnız bırakmak istemediklerini düşündüm.
Sonraki bir iki saat boyunca hepimiz denize defalarca dalıp çıktık, yüzdük, birbirimize su sıçrattık, suyun altından birbirimizin bacaklarını sıktık, deniz gözlüklerimizi takıp kum çıkartmaca oynadık. Önceki günkü halısaha maçını, geçen akşam barda yaşananları, Fuat’la İzel’in ayrılmalarını falan konuştuk. Bu sırada Levent yine delikanlı delikanlı laflar edip hepimizi baydı. Bir ara on beygirlik ufak tekneleriyle Sinanlar yanaştı yanımıza. Yarın Sinan’ın kız arkadaşı Tuğçe’nin doğumgünüymüş, hepimizi akşam dokuz gibi terasa bekliyorlarmış. Herhalde giderdik.
Saat beş olduğunda hepimiz tekneye çıkmış, kurulanmıştık. Güneş alçalmaya başlamış, ufukta bulut kümeleri birikir olmuştu. Herkes birer köşeye çekilmişti ve ben de tenteyi kaldırıp teknenin kıç tarafına uzanmıştım, tenim biraz yansa iyi olurdu. Ahmet, “bir bira daha alabilir miyim?” diye dormuştu. Lale, “sormana gerek yok Ahmet’çim aşk olsun,” falan gibi bir cevap vermişti. “Ahmetçim” sözünü duyunca ilk anda garipsemiştim.
Hatırladığım kadarıyla Lale ve Yeşim kamaranın içindeki şiltelere yatmışlardı, herhalde fısır fısır birşeyler konuşurken uyuyakaldılar. Levent ve Ege de kulaklıklarını takmışlar, müzik dinliyorlardı. Ege’ninkinden çıkan hip-hop sesi dalga, rüzgar ve teknenin şlaplarına uyum sağlamış gibiydi. En son gördüğümde Ahmet de bir kitap karıştırıyordu. Lale’nin kitabı olabilir. Benim de üstüme iyice ağırlık çökmüştü.
Neyse, yarım saat kadar sonra Levent’in sevimsiz horlama sesi yüzünden gözlerimi açtığımda teknedeki herkes derin uykudaydı. Ancak; Ahmet yoktu. Uykuyla uyanıklık arasında çok kısa bir culp sesi duyduğumu hatırlıyorum. Su sıçratmayan, şık bir balıklama dalış sesi. Bunu hatırladığım anda endişeye kapıldım, kötü birşeylerin olduğunu hissetmiştim bile. Denize baktım, ama Ahmet’i göremedim. Bir süre bekledim, sonra diğerlerini uyandırdım. Ne yapacağımızı bilemedik. Gerçi, diğerleri telaşlanacak bir durum olmadığını, herhalde sahile kadar yüzmüş olduğunu söylediler ama ben onlar kadar rahat olamamıştım. Siteye döndüğümüzde de Ahmet’ten haber yoktu. Gören olmamıştı. Sahil Güvenlik bir hafta boyunca onu aradı ama birşey bulamadı. Söylememe gerek yoktur; yazın geri kalanı bayağı keyifsiz geçti. Hiçbirimiz o günkü şaşkınlığımızdan sıyrılamadık.
16 Nisan 2009
The alternative to historicist holism in poststructuralist thought is not, as is often popularly claimed, a runaway social atomism or a libertarian fragmentation of the subject. The disjunctive and doubling grounds of the discourse initiate a lateral or metonymic movement that effects a shift in the question of values it features in cultural and aesthetic judgment.
Bhabba, Homi K. (2003) Postmodernism/Postcolonialism in Critical Terms of Art History, p. 438)
14 Nisan 2009
clapping and crying
That was when I lifted up my hands in an involuntary gesture, because I wanted to applaud. But I immediately felt ridiculous, and refrained. The sound of two hands clapping does not go well with paintings.
Rob Klinkenberg (from his letter to James Elkins, quoted in Pictures & Tears, p. 227)
Well-known art historian James Elkins has made a query about crying in front of paintings and wrote Pictures & Tears in 2001. The book involves a kind of a history of people that cried in front of paintings and tries to give some answers why people might have cried in front of some paintings and why actually there are only a few of them, both people and paintings that make some cry. For his query, Elkins requested people to write him letters about what they feel for having cried in front of some paintings. There are all sorts of odd and funny answers to this very creative query. However, the one I quoted above approaches the other side of the story; not crying, but clapping in front of the paintings.
03 Nisan 2009
kolonyal?
şimdi, işi bilenler tutup, bu duygunun nasıl da emperyalist, kolonyalist, bilmediğin yerleri kategorileştirmeci, oralara anlamlar dayatmacı, dayattığın anlamları kendi suretinden devşirmeci hissiyatlarla akraba olduğunu belirtip, bu tankut da ne pis adammış yahu, diye düşünebilir. eh pek haksız da sayılmazlar aslında; yani bir taraftan ne önemi olabilir benim için patnos'ta seçimleri kimin kazandığının?
ama, öte yandan, niye umrumda olmasın ki? çamlıhemşin'deki seçimlerin sonucundan niye heyecan duymayayım ben şimdi?
az önce televizyonda cranberries'in şahane linger'ı çalmaya başladı. parama kıyıp da ilk aldığım yabancı albümdü cranberries'in everybody else is doing it, so why can't we'si. yabancı diyarların kulağımdan içeri girdiği ve o diyarların varlığından heyecan duymaya başladığım günlerdi; ingiltere ile irlanda arasında dahi bir fark olduğunu sezmeye başlamıştım. sublime mı desem, oceanic mi desem, ne güzel bir histi öyle! üstelik, hiç de o diyarları kontrol etme, biçimlendirme, zapturapt altına alma gibi gayeler taşımıyordu.
estetiği rekabet hissiyle değiştirirseniz; seçimler, eurovision, dünya kupası falan, biraz da böyle bir şey. yarın seçim olsa, yine izlerim yani.
sonuçlar şöyle
diğer arkadaşlar ise saçmasapan tahminlerde bulunmuşlar. hiç mi anlamazsınız bu işten kardeşim? bu seçimde kötü tahminde bulunan arkadaşlara da derhal bir dokunmatik seçim ekranı edinmelerini ve bir dahaki seçimlere kadar antrenman yapmalarını tavsiye ediyorum.
28 Mart 2009
merkez
fotoğraf benim çatalca'daki odamdan çekildi. önünüzdeki, mimar sinan'ın minör eserlerinden sevimli bir cami. arkasında, ıstranca dağları'nın doğu ucundaki, baharda silme erguvanların açtığı, çatalca'nın yeşil bayırı.
tozlu ve gürültülü çarşısında kafanızı kaldırıp yemyeşil yamaçlara baktığınızda, ya da ferhatpaşa caddesi'nin dağın dibinde nasıl da kıvrıla kıvrıla ilerlediğini fark ettiğinizde, ha bir de topuklu çeşmesi'ne falan gittiğinizde; çatalca'nın eski güzelliğini anarken hayıflananlara hak vermekten kendinizi alamazsınız. neyse, bundan bahsetmeyecektim...
gördüğünüz gibi, o cami ile dağ arasında başka bir bina daha bulunuyor: milli eğitim bakanlığı özel tçtyd(?!) ferhatpaşa erkek öğrenci yurdu. sanırım inşaatı 50'li yıllarda başlamış, sonra da işte büyümüş de büyümüş. diyeceğim o ki, bu yurt, türkiye'de "merkez" düşüncenin çok belirgin biçimde ifade bulduğu bir bina. onyıllardır toplum hayatımızı şekillendiren yaklaşım, o köşegen vasisdaslarıyla falan, tam da bu ilginç yapıya benziyor.
yok, uzun uzun anlatamayacağım. sinirlendim yine.
21 Mart 2009
seçim loto
seçimler yaklaşıyor; vazgeçilmez eğlencemiz seçim loto, yeni formatıyla yine karşınızda!
önceki seçimlerde elden ele kağıt dolaştırarak oynattığım bu eşsiz oyunu, yurtdışında olmam sebebiyle blog üzerinden gerçekleştirmeye karar verdim. lise sondayken ilk defa oy kullanacağımız genel seçimlerden önce oynadığımız lotoda, ali rıza nereden duymuşsa, bbp bu sene çok yüksek oy alacak diye tutturmuş, iddiaya falan girmiş, sonra da iddiayı ve lotoyu kazanmak uğruna gidip bbp'ye oy vermişti. saçmalık işte; bakın bu sene böyle şeyler olmasın!
kurallar şöyle: bu mesaja yorum yazarak iki kupon birden dolduracak, bu iki kuponda akp, chp, dtp ve mhp'nin oy oranlarını tahmin edeceksiniz. ilk kupon, yurt genelinde belediye genel meclisi seçimlerindeki oy oranları hakkında olacak, ikincisi ise istanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçimleri ile ilgili. tahmini sonuçlarla gerçek sonuçlar arasında en az fark bulunan kupon, lotoyu kazanmış olacak. kazanana hep birlikte bravo diyeceğiz. ayrıca bu blogda kendisine bir entry hakkı tanıyacağım; ne büyük bir şeref yarabpi!
tabii, kuponlarınızda başka partilerin oy oranları üzerine de tahminde bulunabilir, ankara izmir bağcılar alsancak gelibolu vs. seçimleri hakkında da yorumlarda bulunabilirsiniz.
sevgili blogseverler, haydi eller yorum butonuna, tahminler havaya!
17 Mart 2009
14 Mart 2009
alman konsolosluğu falan
kendi konsolosluk maceralarımı uzun uzun anlatacak takatim yok şimdilik. ama konsolosluk vize bölümü şefine, bana söylediklerine karşı "das macht kein sinn" ve "ich kann deutsch, können Sie türkisch?" gibi çıkışlarım olduğu, bu vesileyle kayda geçmiş olsun. devamında da vizemi lakırt diye alıverdim.
ha bir de, bu seneki frankfurt kitap fuarı'nda, bizim sabancı'dan ayşe gül altınay konuşmacı olarak davetliydi; ama konsoloslukta vize problemi çıkıp da gelemeyince, onun yerine konuşan ve "türkiye'de insan hakları" konulu toplantının açılışını yapan fotoğrafçı atilla durak, ilk on dakika boyunca alman konsolosluğu'nun hıyarlıklarından uzun uzun bahsetmiş, ben de durak başka konuya geçmeden salonda bir alkış başlatmış, biraz içimi rahatlatmıştım.
bu blogda da her zaman beceriksizliklerimi hikaye edecek değilim canım.
11 Mart 2009
akp'lilerin partizanlaşması
internetten takip ettiğim kadarıyla, akp seçmeninde, yani gümüşhaneli muhafazakar çiftçiden göbekli çokbilmiş neo-liberal köşecilere kadar uzanan yelpazede, feci bir partizanlaşma gözlenmekte. çoğunda, ezelden beri pek bir yüksek sesle çalışan savunma mekanizması, gürültüsünü korumaya devam etse de, eski çamaşır makineleri gibi tangır tungur sesler çıkarmaya ve kendini tutamayıp kostaklanmaya başlamış gibi. bu iyi bir şey mi? evet!
1. partizanlaşmak insanı eğitir. akp'ye sessizce oy verip, yakınlık kurdukları mentalite iktidara geldiğinden beri kişiliklerini kurabilmeye, varlıklarına kategorik bir biçim vermeye, biçimlerinin toplumsal aynada yansımasını bulabilmeye başlamış olanlar, şimdi bir aşama daha öteye giderek ses çıkartıyor ve "akp süperdir ulan taam mı?" gibisinden dikleniyorlar. bu da elbette çok doğal, ve iyi. çünkü ses çıkarmak iyidir; partizanlaşmak, bir çeşit kirliliğe yol açsa ve çok temel bir düzeyde kalsa da, dünyayla entellektüel bir ilişki kurmak demektir. ilk başta ağzınızdan çıkanı kulağınız duymayabilir, ama zamanla duymaya başlar. korkulacak tarafları olsa da, sessizlikten iyidir.
2. türkiye'de ve bütün dünyada, sanırım, partizanlaşmak inişe geçişin hem göstergesi, hem de inişin dikleştiricisidir. sessizliğin sağladığı mağduriyet zırhının ortadan kalkmasını sağlar. çoğumuzun ne mal olduğu, ancak ağzımızı açıp gözümüzü yumduğumuz zaman anlaşılır. dolayısıyla, akp'nin partizanlaşması, aynı zamanda akp'nin açıksözlüleşmesi ve o geniş koalisyonu bir arada tutan çekirdek mentalitenin daha berraklıkla ortaya çıkacak olması demektir. bunda hayır vardır.
08 Mart 2009
akademik şeyler
tabii ki burun kıvırırım akademik kariyere, zavallı orta yaş üstü erkek profesörleri gördükçe.
03 Mart 2009
otoportreler 3
"The child at Shushan's side is Gorky, but the son for whose eyes she is searching stands outside the painting, in the room where Gorky is working, and the Self-portrait is the image which Gorky presents to her in answer to her questioning gaze." (Matthew Spender, From a High Place: A Life of Arshile Gorky, 2003: 182)
ilki fotoğraf (1912). ikincisi sanatçı ve annesi (ca. 1926-1936). üçüncüsü otoportre (ca. 1937)
26 Şubat 2009
otoportreler 2
özellikle, ömrünün son yirmi senesinde otoportrelerini sıklaştırmış. sanki, uzun ve olaylı bir ömre anlam verme, ne kadar olduğu gibi göründüğünü, ne kadar göründüğü gibi olduğunu ayrıştırabilme derdiyle cebelleşmiş durmuş. galiba, sıkıntılı bir otomuhasebe halinden çeker olmuş.
aşağıda iki resim var. ilki, gece yürüyücüsü, 1923-24 senelerinde, munch 60 yaşındayken çizilmiş. güneşin bir türlü doğmadığı uzun norveç gecelerinde, edward'ın evde bir aşağı bir yukarı yürüyüp, döne dolaşa aynada çökük göz altlarıyla karşılaştığını tahmin etmek güç değil.
ikincisi, saatle yatak arasında otoportre ise, 1940 - 42 yıllarında, yani munch 76 - 78 yaşlarındayken, çizilmiş. sanki, hezeyanlarla geçen melankolik yıllar geride kalmış da, "öyle ya da böyle, bir edward munch oldum sonunda" der gibi, daha iyimser, daha genişkalpli bir portre sunuvermiş.
23 Şubat 2009
kötümser olmak iyimser olmak seçim otobüsü
aslında yalnızca bu gelgitli düşüncelere bakıldığında da anlaşılabilir ki, türkiye'de ileride de pek bir değişiklik olmayacak; bizim memleket böyle kendi yolunda kör topal ilerlermiş gibi yapacak. yetmiş milyonluk koca ülke, partilerde davetlerde bir gözüküp bir kaybolan, bedava pizzaları ve içki ikramlarını kaçırmayan, eşofman üstü, biçimsiz kot ve eskimiş bot kombinasyonuyla idare etmek durumundaki güleryüzlü ve hoşsohbet üçüncü dünya ülkesi öğrencileri gibi ortalıkta takılacak.
neyse, fark ettim ki; daha çok yurtdışında olduğum zamanlarda karamsarlığa kapılıyor, türkiye'de olduğumdaysa iyimserleşiyorum. hayır, bunun yurtdışında olunca gavurun tekniğine duyulan hayranlıkla filan bir ilgisi yok. keza, yurtiçinde olduğumda da büyükçekmece'den yenibosna'ya giderken e5'in kenarında filizlenen türlü alışveriş merkezlerine bakarak, ulan ne güzel gelişiyoruz helal olsun, diye düşünüyor değilim elbette. çok daha basit bir sebebi var zıt düşüncelerimin; their modes of production. yani; yurtdışındayken memleketle ilgili fikirlerim internet baskılarını takip ettiğim gazetelere dayanıyor. yurtiçindeyken ise, fikirlerim birebir insan ilişkilerine ve günlük yaşam gözlemlerime yaslanıyor.
diyelim radikal gazetesi'nin internet sayfasına bakıyorum; türlü yolsuzluk haberi okuyor, irili ufaklı bir sürü mide bulandırıcı yerel haber görüyor, türk-islam sentezcisinden asker şakşakçısına tonla yazarın varlığıyla yüzleşiyor ve gözümün düşmanlık dolu okur yorumlarına kaymasına engel olamıyorum. eh, kötümserleşmeyeyim de ne yapayım?
öte yandan, diyelim mecidiyeköy'den metrobüse biniyorum ve insanların hayatta kalmak, mutlu olmak, iyi bildikleri değerlerini korumak için bütün yorgunluklarına karşın, uğradıkları haksızlıkların bilincinde olarak, nasıl da mücadele ettiklerine şahit oluyor; ya da, beyoğlu katip mustafa çelebi mahallesi muhtar adayı transeksüel belgin çelik'in adaylık tanıtım toplantısına katıldıktan sonra dışarı çıktığımda, bir anda ellerinde pembe lolipoplarla tünel'den taksim'e yürüyüp "ne akp ne ergenekon" sloganları atan grubun içerisinde buluyorum kendimi. eh, iyimser olmak için de çok sebep var doğrusu...
anlık kötümserliklerimin ve iyimserliklerimin bir araya gelip, daha olgun bir anlamın zihnimde belirdiği zamanlar da oluyor. o zaman, yılgınlığa ya da sersemce ümitlere kapılmadan; tecrübe ettiklerime, gördüklerime, duyduklarıma, okuduklarıma ve bildiklerime daha eleştirel ve soğukkanlı yaklaşabiliyorum.
ntv'nin yeni programı "seçim otobüsü," izleyicilerin böyle bir yaklaşım geliştirmesine yardımcı oluyor ve türkiye'nin karmaşasına çokboyutlu ve hakiki bir anlam verilebilmesini sağlıyor. programı uzun uzun anlatmaya gerek yok, açın izleyin. izlediğinizde, karamsarlığa düşmemize ya da iyimserliğe kapılmamıza sebep olan birçok görüşün aslında nasıl da iç içe geçmiş olduğunu, bazen tek bir bireyin görüşlerinin kendi içinde bir yandan nasıl çelişip, öte yandan ne gibi bir tutarlılık gösterdiğini, insanların günlük dertlerden nasıl da muzdarip olduklarını ancak bu dertlerle baş edecek ne güzel yöntemler geliştirdiklerini, bütün bu çoksesli keşmekeşin aslında tarihsel ve kültürel olarak ne kadar doğal karşılanması gerektiğini, çoğu kişinin bir arada yaşadıkları insanları sevmek zorunda olmadıklarının artık bilincine varıp, sevmeseler de ötekilerin varlığını takdir etmek ve kendilerini ifade biçimlerine saygı göstermek gerektiğinin ayırdına vardığını, dahası bütün bunların nasıl da inişli çıkışlı ve engin bir arazide ilerlemeye çalışmaya benzediğini, hissedebilirsiniz diyesiyim.
yazıyı buraya kadar okuduysanız, ama, yok birader ben ne senin gibi hissediyor ne de senin gibi düşünüyorum, diye içinizden geçirdiyseniz, eyvallah. ama yine de hiç olmazsa şuna katılırsınız diye umuyorum: bizim memlekette hareket var hareket.
başka bloglar: eş dost tanıdık ve sevgi saygı çerçevesi
-
3 yıl önce
-
5 yıl önce
-
6 yıl önce
-
10 yıl önce
-
11 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
13 yıl önce
-
14 yıl önce
-
14 yıl önce
-
-
-